11 Nisan 2016 Pazartesi

tekrar denemek

Benim blogculuğum bu kadar oluyor canlar. Mesela 1 sene boyunca hiçbir şey yazmayıp sonra canlanıyorum. Havaların güzelliğiyle doğru orantılı olarak artan yazma isteklerim var. Enteresan işler.. Ancak onca zaman sonra şuraya bir yazı yazıp da, üstüne hemen yorum almak gerçekten gözlerimi yaşarttı. Dmisal'e en derin teşekkürlerimi sunuyorum. İngilizce yazma konusuyla ilgili olarak da, düşündüm taşındım, İngilizce olan girdileri başka bir blogda mı yayınlasam diye ama tasarımıydı, isim bulmasıydı, biraz üşendim açıkçası. Bir de neden İngilizce yazıyorsun demeyin, artık dünyaya açıldım, ilerleyen günlerde Arapça yada Farsça da yazabilirim, arkadaş çevresi interneyşınıl olmaya başlayınca kaçarı kalmadı artık. Kimler okuyorsa sevgiler, saygılar... Burada bir küçücük aslancık vardı, onu unutmayın emi :)

7 Nisan 2016 Perşembe

Kudüs/Jerusalem logs - 1

I should've written these when I was already in there, or at least right when I was back. But, as all of you learnt by now, I'm lazy as a sloth. The truth is, writing my experiences is something takes a lot of courage and reflecting on the things I've been through. So, I needed that time gap to be able to distance myself from the actual trip, and see the essence, high and low points of it.

I need to tell you about the visa process of course. It was smooth, the personnel in the consolate was very nice. They did a security search and of course they wanted to look under my hijab. Because I face the same inquiry in every Central Examination in Turkey, I'm used to it. But, I want to make something clear, to be able to keep that hijab properly pinned as it is a very hard job. Some women I know couldn't get used to it at least for couple of years. What makes you think that we can pack a gun or poison needle or cheating material for an exam "in the hijab" easily like it was nothing and go around with it! It falls apart dude! It falls apart!! So, the hijab exam is very stupid, but anyway we're used to it. And the old Jewish lady who took my papers for the visa, I applaud her for her very harsh treatment about where the visa will be stamped. I tried my best to not cry and succeeded until I made it to the elevator. (They stamped it in my passport, now I have to change it.) The only strange and funny part of the visa application was when I went to recieve it. It was ready as promised, I took my passport, went out, haven't had breakfast, saw a cafe just beside the building and went there, ordered breakfast. Ten minutes later, security guy was asking why I was sitting there after I recieved my visa. This is the level of their chickening, even from a woman who merely eats her breakfast and it reminds me of a Person of Interest quote "You've been watched!"

To be honest, I was excited and scared at the same time before the trip. My husband vetoed the whole thing because it was "Israel", even though the reason was an academic conference. Maybe he had a point, maybe he didn't. The important thing is, I knew I was alone in this and it didn't feel good.

The reason of my trip to Jerusalem was a conference on "Sacred Places and Cultural Heritage Protection" and I was the research assistant of the conference, which was a huge privilege and opened a whole new horizon for me in every way. Being surrounded by intellectuals from all over the world, and having conversations on equal basis is not something we experience in academic spheres of Turkey. The level difference between students and professors in Turkey is so obvious and rigid, we can't even have a casual conversation with our teachers let alone calling them with their first names, other than some exceptions. So, imagine my shock when authors of some very serious books and journals, insist that I address them with their first name.

The conference took place in 16-17 March of 2016 in Van Leer Institute but I arrived a bit earlier. Because, if I was going to have an Israel visa on my passport, it should  worth it! On the 14th of March I arrived in Jerusalem and the advanture began. There were already plenty of academics arrived in the hotel and we had dinner in the former Notre Dame Church, current terrace restaurant (with a splendid view of Jerusalem) with Anthony O'Mahony, Dobromir Dimitrov, Peter Petkoff and Sotiris Roussos. We talked about several topics from Armenian Genocide to environmental theology, from current political climate of Turkey to Kavalalı Mehmet Ali Paşa, which was an enlightenment for me by the way. I never figured it out that the Egypt governor Mehmet Ali Paşa was called Kavalalı because he was from Kavala in Greece. So far for the history teaching in high schools, or maybe I'm slow on the uptake, which is more likely!  Father Dobromir is a priest who is working on his studies in Oxford currently and he's such a lovely person, and a tremendous photographer. I can't thank enough for the photos of myself he took.  He's also a painter, which he thinks why he's a good photographer.  Anthony O'Mahony is one of the editors of "A Catholic-Shia Dialogue: Ethics in Today's Society", which is a book I've read some parts of, for my ecotheology study, but I regretted not reading the whole book more carefully. It would definetely give me a better chance to exchange ideas, obviously not in a bilateral way, I need to eat 40 "fırın" bread to be able to make this conversation bilateral. ("Kırk fırın ekmek yemek", is a saying in Turkish that indicates; it's hard work, and the person has so much way to go.) I feel like I blew my chances to really have productive conversations with Anthony, which is a mistake that shall never happen again. Sotiris Roussos is the "komşu". He's an academic from Athens and he runs the Centre for Middle East, Mediterranean and Islamic Studies. I knew we had our similarities but hearing him speak in Greek felt like an evening with my grandparents, watching them having an argument in Pontic Greek, which is the Blacksea dialect of Greek, very close to Ancient Greek. And finally Peter Petkoff, my dear friend, who supports me for my academic endavours, no matter what. I can't start with the work he's doing because he joggles a lot at the same time and I can't keep up with his speed but let's say no more; he's the director of Religion, Law and IR Programme of Regent's Park College in Oxford.

So, imagine the intensity of the conversations on that table, and me, in between all these great intellectuals, a complete oblivious, and this is only the first half of the first night.

18 Aralık 2014 Perşembe

göğe bakma durağı

Leyla ile Mecnun'un Yavuz hırsızının sesinden Turgut Uyar'ın şiiri "göğe bakma durağı"




İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yanab otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım

Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım

Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belleyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım

6 Temmuz 2014 Pazar

fantastik diziler

Bu tür açık ara en çok sevdiğim tür olmaya aday sanırım. Dönem dizilerinden bile çok seviyorum. Çünkü insana içinde sıkıştığı bu sıkıcı dünyadan 1 saatliğine de olsa kaçma imkanı tanıyor. Bu tür aynı zamanda annelerin en çok sinir olduğu tür. Çünkü vaktinizi boş beleş işlere harcamış oluyorsunuz. Sanki CSI izleyince detektif olucaz. O ne işe yarıycak derseniz “en azından katilleri yakalarken kafayı çalıştırıyorsun” diyor. Böyle de naif.
GAME OF THRONES

Sadece benim değil eminim birçok insanın dizi listesinde ilk sıraya oturmuş bir dizi Game of Thrones. GOT diye kısaltıyorlar ayar oluyorum. Herkes, “yazar bütün sevdiğim kahramanları öldürüyo yeaağ” dese de yine izliyor. Diziyi izlemeden önce kitapları okumanızı kesinlikle tavsiye ederim. Bi Tolkien değil ama kendine özgü bi tarzı var. Ayrıca dizi kitabın özeti gibi.. Kitapta dizide göremediğiniz ayrıntılar var. Olayları kahramanların gözünden izleyebiliyorsunuz. Dizinin kötü yanı her şeyi dışardan bir göz olarak izlemeniz. Gerçi bazen Hodor yada Bran olduk ama onun dışında yoktu sanırım karakter içi izlemeler. Olay örgüsü  kusursuz, görüntü kalitesi, oyuncu seçimi.. Her şey mükemmel. Sibel Kekilli’nin bu kadar iyi bir oyuncu olduğunu da tahmin etmezdim. Egzotik fahişe rolünü gayet iyi becermiş. Gerçi “may laayın” derken inceden bi sinir olmuyor değildim. Tabi ben her zamanki gibi kitapları dizi başlamadan önce okuduğum için, büyük şoktu. Bu zamana kadar bi dünya fantastik kurgu kitabı okudum. Böyle insanların ruh analizini yapanına rastlamadım. Sanki bir Dostoyevski+Tolkien. Dikkat ederseniz çoğu fantastik kurguda insanların iç dünyalarına yaptığı yolculuklar, duygusal durumları çok incelenmez. Yüzüklerin efendisinde bile böyle ayrıntılı karakter analizleri yoktu. Legolas gibi önemli bi karakterin bile sadece iyi ok attığını ve Gimli’ye sataşmayı sevdiğini biliyoruz. İç dünyasında ne sarsıntılar var, ı-ıh hiç bi fikrim yok... Sonuç itibariyle; iyi dizi, harika kitaplar. İzleyin, okuyun...
SUPERNATURAL

İtiraf ediyorum bu diziyi sadece Dean çok tatlı olduğu için izliyorum. İlk 3 hatta 5 sezon harika. İki kardeşin doğaüstü yaratıklara karşı olan savaşı ve maceralarını anlatıyor. Ana karakterimsi yan karakterler var. Başlarda sadece vampir, kurt adam, şekil değiştiren, yağ emici canavar, pagan tanrıları gibi fantastik şeyleri avlarlarken, sonradan işin içine şeytanlar, melekler ve bilimum dini figür giriyor. O kısımlar da enteresandı ama farklıydı. Son 3 sezon çöp. 9 sezon yayınlandı. 10. Sezon bekleniyor. Eğer vaktiniz bolsa ve bu tarz dizileri seviyorsanız, zaten izlemişsinizdir. Her halukarda şans tanınacak bir dizi.
THE WALKING DEAD 

İlk sezonu inanılmaz korkunç olan dizi. Çoğu zombi dizisinin aksine zombilerin makyajları kötü değil, hatta aşırı başarılı. O çürümüşlük, kokuşmuşluk diziyi izlerken duyumsayabileceğiniz yoğunlukta. İlk sezon epey hareketli ancak sonra yavaşlıyor. Çünkü dizi aslında insanlığın sonunu getirebilecek bir felaket patlak verdiğinde insanlar nasıl davranır, davranışları nasıl değişir üzerinden gerilim ve dram yaratıyor. Bence gayet de iyi yapıyor. Dozunda zombi katliamının yanında insan denilen varlığın en kötü zamanlarda bile nasıl puştlaşabileceğini görüyoruz. Bir zombi cehennemi patlak verse kimseye güvenemiycem sanırım. Hatta erkek kardeşimle neler yapabileceğimize dair planlar da yapıyoruz. En son ebay’den ortaçağ miğferi, kalkanı, kılıcı fln baktık. Gerçi giysek taşıyabilir miyiz o çelik zırhları bilmiyorum ama, bence zombi felaketinde yapılabilecek en iyi şey direk etrafı suyla çevrili şatolara çekilip zırhları giymek. Şatosu olanlar eqlesin! Böyle manyak şeyler düşünüyoruz gerçekten evet. Hatta ok kullanmayı öğrenmeye karar verdik. Sonuçta zombi kıyameti olmasa da insanlık bi şekilde o kırılmayı yaşayıp ilk çağlara dönecek. Avlanmak mühim. Dizi 4 sezon yayınlandı 5.sezon bekleniyor. En son çok heyecanlı bir yerde bitmişti. Hadi bakalım neler olcak. Bide bunun çizgi romanı da varmış. Ben hiç okumadım ama duyumlarıma göre güzelmiş.
BEING HUMAN

Hayatınız boyunca izleyebileceğiniz en güzel vampir dizisi işte bu. Bir vampir, bir kurtadam ve bir hayalet birlikte eve çıkarsa ne olur? Oyuncular çok tatlı, güzel oynuyolar. Dizinin esas konusu normal bir hayat yaşamak isteyen Aiden ve Josh’ın hastanede hemşire ve odacı olarak çalışırken tanışıp, birlikte eve çıkması. Şansa bak ki çıktıkları evde de Sally adında bir hayalet yaşıyor. Böyle mutlu mesut 2-3 sezon devam ediyo normal insan gibi yaşamaya çalışmaları, ama sonra senaristler konusuzluktan mı sürekli durağanlıktan sıkıldıklarından mı bilmiyorum saçmalıyorlar. 4.sezon dizi çorbaya dönüyor, izlenme oranları düşüyor vee adam gibi bir final yapamadan dizi bitiyor.. 5.sezon onayını alamadılar. Aynı L&M gibi böyle orta yerinde bitti dizi. Ama özellikle ilk 2 sezonu çok tatlıydı. Bide normalde bu tarz dizilerde herkeste bi vampir olma hevesi fln vardır. Bu dizide aksine insan olma hevesini anlatıyor. Benim anlattığım ABD versiyonu bide UK versiyonu varmış. Ona bakmadım ama genel olarak yorumlar ABD versiyonunun daha güzel olduğu yönünde. 4 sezonluk bir dizi. 
MISFITS

Aslında bu diziyi hangi kategoriye koyacağımı bilemedim ama sanırım fantastik. Çünkü dizideki kahramanların özel güçleri var. Ama onları kahraman yapmıyor bu güçler hatta çoğu zaman komik duruma bile düşürebiliyor. Aslında kahraman dizileriyle dalga geçen bir süper kahraman dizisi. Anti Heroes gibi düşünebilirsiniz. Ben hiç Heroes izlemedim ama izleyenlere sordum. Bu dizinin daha iyi olduğunu söylediler. Tabi dizinin esası özel güçlerle dalga geçmek olduğu için komedi kategorisine de girebilir. Sahiden çok güzel güldürüyor. UK yapımı bir dizi. Küfürlü konuşmalar epeyce mevcut. Altyazılarda da genelde hep çevrilmiş bu küfürler, cinselliğinde lafı var, kendisi hiç yok. 2-3 tane öpüşme vardı totalde. Dizinin sezondan sezona komple bütün kahramanları değişti, farklı güçleri olanlar geldi, bi ara durgunlaştı ama sonra toparladı ve güzel bir şekilde de bitti. 5 sezon yayınlandı.
AMERICAN HORROR STORY

Bu dizi aslında adından da anladığınız üzere korku dizisi ama kullandığı öğeler, hayaletler, medyumlar, cadılar, büyüler, akıl hastaları üstünde akıl almaz deneyler yapan psikopat bir doktor ve bir rahibenin içine kaçan şeytan, ölüm meleği gibi şeyler olunca fantastik dizi olarak bu listeye girdi. Her sezonun bir teması var. Oyuncular genel olarak aynı, her sezonun hikayesi farklı. İlk sezonun konusu perili ev, 2.sezon akıl hastanesi, 3.sezon cadı meclisi.. En korkuncundan en az korkunca sıralama 2-1-3. Ama ben 3-1-2 olarak izlemenizi tavsiye ederim. En çok 3.sezonu sevmiştim. Tabi orjinal sırasıyla da izleyebilirsiniz ama sezonlar arası bağlantı yok. O yüzden siz bilirsiniz. Bir de American Horror Story denince aklınıza gelecek olan tek bir kişi varsa o da Jessica Lange’dir. Kadın her sezonda en baş rolde, her sezonda muhteşem.

edit: American Horror Story Freak Show gösterime girdi, hatta son tahlilde 18.12.2014'te 10.bölümü çıktı bile. Bu sezonun konusu adından da anlayabileceğiniz gibi ucubeler şovu. Fiziksel anomalileri bulunan bir grup ucubenin bir sirkte gösteriler yapmasına dayanan senaryo elbette yine Jessica Lange etrafında dönüyor. Ayrıca bu sezon Jessica Lange'i beğenmediğim tek sezon olabilir. 

FRINGE

Bu bilim kurgu kısmından bir dizi. İlk sezonunu izledim, oha süper dizi dedim. Çocuk da yakışıklıydı. Yaz tatiliydi, baya güzel izleniyodu. Gerçekte mümkün olmayan bilimsel şeyleri falan inceleyen bi profesör, onun hayta ama zeki oğlu bide esas kızımız var. Sonra ikinci sezonu izledim sıkıldım. 3.sezona başladım ama devam edemedim. Paralel evren işine hiç girmiyceklerdi. Ama ilk sezon tek başına dahi izlenilebilecek kadar iyi. Zaten dizi her bölümde ayrı olay işliyor. 1.sezonun sonunda bıraktığınızda da içinizde kalacak olan tek soru “ayy ama acaba dünyayı kurtarabildiler miiiiğ?” oluyor. Ben söyliyim. Kurtardılar. Kaç sezon yayınlandı, hala devam ediyor mu bilmiyorum.
VAMPIRE DIARIES

Bu dizide bayılarak başladığım, kusarak bıraktığım dizilerden. Nina Dobrev’e ilk bölümden ayar olmuştum ama diğer oyuncular çok tatlı gelmişti. Vampirler, kurt adamlar, cadılar, görsel ikizler, büyüler, kazalar, aşk, nefret ve arkadaşlık var dizide. Kantarın topuzunu kaçırmasalardı fantastikle gençlik dizisini güzel birleştirmişlerdi aslında. Ama en son sadece o kimle çıkmış, bu kime aşık olmuşa dönünce, bıraktım gaari.. Kaç sezon yayınlandı, hala devam ediyor mu bilmiyorum.
LOST

Bu diziyi de buraya koyucam sanırım. Çünkü sonunda "aslında hepsi bi rüyaymış"a bağlamışlar. Ama başları standart bi "uçak düştü haydi macera" dizisiydi. İlk 3 sezonu severek izlemiştim ama sonra ne olduysa bi koptum. Zorladım kendimi izlemek için ama olmadı. Bide bu tarz her bölümde farklı konu işlemeyen, devamlılık arz eden, devasa bir hikayesi olan dizilerde sonu kötü bağlanınca ağlayasım geliyor. Kaç sezon yayınlandı siz benden daha iyi bilirsiniz. Güvenilir kaynaklarımın dediğine göre de en kötü final yarışması yapılsa birinci çıkarmış.

Sonraki seri ne olacak bilmiyorum ama yaklaşık 20 kadar dizi var bu dosyaya ekleyeceğim. Takipte kalın canlar..

9 Haziran 2014 Pazartesi

dönem dizileri

Dönem dizilerini en iyi nasıl anlatabilirim diye düşündüğümde, kronolojik sıralama yapmak aklıma geldi. O yüzden biraz geri gidelim. M.S. 73 yılına....

SPARTACUS


Kan ve cinsellik. Özellikle ilk sezonu tanımlayan kelimeler bunlar olurdu kesinlikle. Dizinin tutması için mi yaptılar bilmiyorum ama ilk sezon sınırları zorlayan bir sezondu. Sevenler bu yüzden sevdi, nefret edenler de bu yüzden etti. Bana kalırsa anlattığı epik hikayeye yakışan bir kurguya ve tatmin edici bir görüntü kalitesine sahipti. Ama o kadar kasaplık bi noktadan sonra gerçekten hiç etkilememeye başlıyor. Bunu da dizinin başarısız olduğu tek nokta olarak kaydedebiliriz. İlk sezon: Blood and Sand, orjinal Spartacus'u gördüğümiz sezon, Andy Whitfield tarafından canlandırıldı. Bence harika bir iş çıkarmıştı fakat kendisi kansere yakalandı ve iyileşemedi. Bu yüzden oyuncu değişikliklerinden hoşlanmıyorsanız Spartacus'un sadece ilk sezonunu izleyin ve bırakın. Belki bir de Gods of the Arena'yı izleyebilirsiniz. Gannicus adamım harika. Spoiler vermeden bitirmem gerekirse yıllarca Zeyna rolünde gördüğümüz Lucy Lawless bu dizide oyunculuğun kitabını yazmış. İlk iki sezon epik, son iki sezon izlemeseniz de olur ama o kadar da kötü değil.

VIKINGS


Zamanda biraz atlama yapıyoruz ve 6. yy'a geliyoruz. Esas olarak Vikingler denilen İskandinav halklarının 6.yy'da İngiltere'ye yaptığı yolculuk ve yağmaları konu alsa da, dizi bundan çok daha fazlasını vaad ediyor. O incecik, dantel gibi işlenmiş gemiler, doğa harikası çekim alanları, dizinin atmosferi, oyunculuklar, dönemin politika ve din atmosferinin iki tarafın gözünden de yansıtılıyor olması. Bunlar bu diziyi izlenilebilir kılmak için yeter de artar bile. İçinde aşk ve entrika da var ama cinsellik ön plana çıkarılmamış. Zaten çıkarılsa yalan olurdu. O soğukta sevişmeyi mi düşüneceklerdi allasen.. Gönder bakalım Vikingleri Capua'ya, iki aya nasıl bozuyorlar.. Netice: yavaş tempolu fakat çok lezzetli bir dizi. Henüz iki sezonu yayınlandı, 3.sezon 2015 yılında vizyona girecek.

DOWNTON ABBEY


Ne desem, nasıl anlatsam bilmiyorum. Pride&Prejudice bile bu kadar etkilememişti beni. Dönem dizilerinin şahı derdim, eğer sadece belli bir kesimi konu ediniyor olmasaydı. İngiltere'de 1902 yılında (sanırım) anlatmaya başlıyor 1920'lere kadar geliyor dizi. Dizi hızlı ilerliyor, bazen bakıyorsunuz iki bölümün arasında 6 ay geçmiş, sezon arasından sonra 2 yıl sonrasına atlamışsınız. Dönemin politik atmosferini yansıtmasının yanında, insan ilişkilerini ele alarak sosyolojik yapıyı da kısmen görmemizi sağlıyor. Oyunculuklar enfes. Yalnız herkes ne kadar beğense de ben Lady Mary'yi sevmedim, sevemeyeceğim. Ayrıca bir sürpriz olarak dizinin 1.sezon 3.bölümünde Türkiye ile ilgili bir ayrıntı var. Dizi hala devam ediyor. 5.sezon yolda, 2014'ün son aylarında yayına girmesi bekleniyor.
edit: 5.sezon 8.bölüm(son bölümü) 9 Kasım 2014'te yayımlandı. Ancak üzülmeye gerek yok. 4 Ocak 2015'te  6.sezon galası yapılıyor.


BOARDWALK EMPIRE


Bu diziyle ilgili söylenebilecek tek şey Steve Buscemi'nin başrolü oynadığı olmalı ama dayanamıyorum biraz daha yorum yapıcam. 1920 yılında 1.Dünya Savaşı'nın akabinde başlıyor dizi. Downton Abbey ile aynı dönemi farklı ülkelerde anlatması açısından beraber izlendiğinde birbirlerini destekleyen diziler sayılabilir. Dizi Amerika, Atlantic City'de, daha çok AC çevresinde geçiyor ama Chicago, New York, Philedelphia ve bir kaç farklı yer daha dizide yer alıyor. Başlangıçta biraz daha politik bir dizi. Politikacıların ne kadar kirli olduğu, seçimlere nasıl hile karıştırıldığı, içki yasağının nelere yol açtığı ve bunların bedelinin ne olabileceği etrafında dönerken dizi birden politikadan elini ayağını çekiyor ve sadece gangsterciliğe dönüşüyor. O noktada beni kırdı, en son Steve Buscemi'nin yakasından karanfili çıkardığı bölümden sonra da birkaç bölüm daha izledim. Dahasını da içim kaldırmadı. Dizi 5.sezonla noktayı koyuyor ama ben 4.sezonda bıraktım. İlk 2 sezon oyunculuk, ambiyans, diyaloglar ve olay örgüsüyle şahane. 1920'li yılların Amerika'sını görmek için bir fırsat sayılabilir. Belki 3.sezon da izlenebilir. Ama 4.sezon beni yakalayamadı.

MAD MEN


Mad Men=Donald Draper demektir. Draper olmaksızın bu diziyi düşünemezsiniz. Tam olarak hangi yılların arasını anlattığını bilmiyorum ama 50'li 60'lı yıllar. Her şey değişiyor. Renkli televizyonlar var. İnsanlar özgürleşiyor, renkleniyor. Dizi ucundan kıyısından politikayı gösteriyor ama esas odağı reklamcılık sektörü. Bide sürekli içki ve sigara içiyorlar. İnanamazsınız. Yani ben inanamamıştım. Rolling Stones konserinin kulis arkasından Hollywood'a, Broadway'e, inanılmaz lüks otellerden, hippi kulübelerine kadar her türden mekanda çekim yapılmış. Kıyafetler mükemmel, oyunculuklar mükemmel. İzlerken bir an bile dizi izliyormuşum hissine kapılmıyorum. Sanki gerçek hayat kaydedilmiş ve bize sunulmuş. Gözüme batan tek karakter Harry Crane. Çok yapmacıklı ama 7.sezon oldu hala gitmedi. Keşke ölse. Tanım: İçki ve sigara dışında herşeyi ayarında tutarak bir dönemi gözlerinizin önüne seren dizi. 7.sezon 7. bölüm yayınlandı. Sezon arasına girdi, bekle ki gelsin.

MASTERS OF SEX


Aslında bir dönem dizisi değil ama Mad Men ile aynı dönemde geçiyor olmasından dolayı buraya girebilir dedim. Dizide insanların sekse verdiği fizyolojik tepkileri ölçerek seksin kitabını yazıp, bunu sadece duyguların yön verdiği bir şey olmaktan çıkarmaya çalışan doktor Bill Master ve asistanı Virginia başrollerde. Çekimler daha çok hastane ortamında. Ama aynı zamanda boşanmış ve çalışan bir annenin çocuklarıyla ilişkisi, insanların ona bakış açısı, çocuk sahibi olmak isteyip olamayan insanlar, sorumluluk almak istemeyenler, tercihlerini değiştirenler.. Bu dizi aslında insan ilişkileri üzerine bir dizi. 1. sezon yayınlandı, 2.sezon 14 temmuz 2014'te başlıyor. En azından yazın takip edebileceğim bir dizim var.


Dönem dizilerine eklemeler olacak tabi, henüz izlemediğim ve çok iyi olduğuna dair duyumlar aldığım diziler The Sopranos ve Rome. Onları yaza saklıyorum yoksa delirmem işten değil. Fantastiklilerde görüşürüüüz.

dizikolik

Uzun zamandır yazmadığımı biliyorum ama benim bile kendimi affedeceğim kadar büyük bi çalışmayla geri dönüyorum. Diziler!

Yaz geliyor... Hala öğrenci olacak kadar şanslı olanlar yaz tatiline giriyor (ben de bu şanslıların içindeyim ivit) Açıkçası akademik açıdan berbat bir sene geçirdim ve aslında yaz tatilini hiç hak etmiyorum. Ama uzun yaz günlerinde yapılabilecek en güzel şey klimanın karşısına geçip dizi izlemek olduğu içinnn size dizi arşivimi açıyorum. Tabiki ben bütün dizilerimi bitirdiğim için yaz tatilinde başka bir meşgale bulmam yada yeni dizilere başlamam gerekiyor pfff. Neyse... Çok büyük bir blog postu olmaması için her zaman olduğu gibi böl parçala yönet politikası uygulayacağız. İlk parçada dönem dizileri yer alacak. Sonrasında fantastik kurgu ve bilim kurgu kısmı gelecek ve sonra da polisiye ve diğer kısmını koyacağım. En sonda da izlemeye başladığım ama asla bitiremediğim diziler yer alacak. Şimdiden iyi seyirler ve tabiki dizi önerilerinizi bekliyorum.

Tahmin ediyorum bu dizi dosyası "sen kaç tane diziyi birden izliyorsun Allah aşkına!" diyen arkadaşlarım için yeterli bir cevap olacaktır..

dönem dizileri
fantastik diziler

27 Ekim 2013 Pazar

haberler

yine aylar süren bir ayrılığın ardından beraberiz. varya aslında tam da yazmak istiyor gibi değilim. yani hem yazmak istiyor hem de istemiyor gibiyim o yüzden pek bi kararsızlıkla başladım ama istekliliğim daha fazla galiba.

özet geçiçem; ben nişanlandım. çok ani oldu dimiiiii. heheh evet öyle yaparım ben işte. durup durup şaşırtırım insanı. valla aslında anlatılacak bir şey yok. ben yine her zamanki gibi alalade takılırken birden karşıma çıkan dünyanın en güzel insanına hakkım olmamasına rağmen evlen benimle dedim. o da hayır demedi. yani aslında evet de demedi ama ben evet olarak düşünmek istedim ki ailesini istanbul'a çağırması ve ikimizin de istemediği pek merasimli şekilde yüzük takılan bir nişanın yapılmasının ardından artık cevabı evet olarak algıladım. bu konuda yorumlarınızı bekliyorum. cevap sizce de evet mi?? heheh

onun dışında ilacı bıraktım, işi bıraktım, okul hayatına geri döndüm falan. hayat bağzan çok tuhaf, insan gerçekten hayret ediyor. tabi bide gezi parkı macerası atlattık bu arada. o da çok enteresandı. hala ne düşünülmeli, nasıl algılanmalı diye soruyorum fakat kesin bir cevap bulabilmiş değilim. net olan tek bir şey var. bu olaylar yıllardır dost bildiğimiz insanların aslında nasıl da ikiyüzlü arkandan konuşan sinsiler olduğunu ortaya çıkardı. bilen bilir arkadaş çevrem genelde sol tandanslı gruplardandı. kısmen zeki ve özgürlükçü insanlar olduklarını sanırdım ama bu olaylar neticesinde büyük bir kısmının gözünde hala nasıl da parya nasıl da "hıhı evet canım siz de haklısınız" olduğumuzu gördük mü??

gördüüüüüüüüüüüüüükk. peki buna rağmen hala salak gibi iyi niyetli olmaya çalıştık mı?

eveeeeett. bizde de var bi gerizekalılık ama iyi niyetlilikten. allah gezizekalı olmaktan korusun.

bu yazının seviyesini bu derece düşürmeme sebep olacak kadar sinirlerimi bozan beyinsizlere selam olsun. ulan nişanlandık ağız tadıyla hayattan keyif alamıyoruz lan! bi kere de önümüze çıkmayın. saygı duymanızı falan beklemiyorum ama artık aşağılamayın, en azından yokmuşuz gibi davranın. vallaha sevinecem!


bu arada tekrar asıl konuya dönersek ben nişan yüzüğü olarak düz pırlanta istemiyordum. çok pahalı olmasının yanı sıra bana çok sıradan geliyordu. safir ise hem asil durması hem ucuz olmasından mütevellit hayatımın aşkıydı. dolayısıyla gidip kapalı çarşıdan şu ortadaki yüzükten aldım. tabiki benimkinin taşı o kadar büyük değil. tabiki etrafındaki taşlar pırlanta değil swarovski ama çok beğenerek aldım. neyse ertesi gün okula giderken taktım bi heves. okulda kızlar görünce aaa kate middleton'ın yüzüğü dediler. halbuki ben ne bi yerde görmüş ne duymuştum safir yüzük taktığını. sonradan bakınca öğrendim ki prenses diana'da safir yüzük takmış. yani anlayın ki ben de kraliyet zevki var!

evet bu konuda da anlaştıysak sizin yorumlarınızı alalım. düz pırlanta mı yoksa renkli taş mı, tam tur mu tek taş mı? sonuçta artık nişanlı kızım. blogda da bunlar konuşulcek. yok artık öyle şunu okudum şurayı gezdim yazıları! ehehe şaka lan şaka, üşenmezsem yine yazarım.. bide alyans tavsiyesi fln verirseniz sevinirm :p



14 Mayıs 2013 Salı

cipralex günlüğü


Neredeyse 2 ay oldu antidepresan kullanıyorum. Hayatımda ilk defa oluyor bu. Daha öncesinde uyku ilacı bile kullanmışlığım yoktu. Bırakın onu antibiyotik bile içmezdim. Genel olarak ilaç düşmanı bir ailenin çocuğuyum ama gel gör ki son 1 yılda vücudum koccamaan bir ilaç kutusuna dönüştü. İki haftada bir antibiyotik kullanmamı geçtim 3 aylık psikoterapi sonucu artık ilaç kullanmadan ilerleme kaydedemeyeceğim bir hale geldim. Kronik depresyondan muzdarip bünyem aşırı halsizlikten mahvolmuştu. Uyuyup uykumu alamamaktan, bulduğum her köşede sızmaktan, 2 adım yürüyemeyecek kadar kendimi mecalsiz hissetmekten ve sürekli her şeye sinirlenip, her şeyden nefret etmekten ilallah dedim.

Sonuç olarak doktorumun da tavsiyesiyle Cipralex kullanmaya başladım. Daha ilk 2 günden etkisini hissetmeye başladım. Vücudumdaki sebepsiz ağrılar, sürekli yorgunluk hissi, sabahları uyanamama problemi ilk haftadan azalmaya başladı. Sürekli tatlı şeyler yemeye duyduğum istek ortadan kalktı. Yine canım tatlı istiyor ama eskisi gibi günde 4-5 çikolata yemiyorum. Tabi bunun aşırı takık olduğum kilom üzerinde de pozitif etkisi oldu. Yavaş yavaş kilo veriyorum. Spor yapmadan kilo verilmez diye bas bas bağıran ben spor yapmadan kilo veriyorum. Daha ilaca yeni başladığım zamanlardaydı, ev arkadaşlarımdan biri nasıl hissediyorsun diye sormuştu. Biraz düşününce verdiğim cevap şu oldu. Hayat güzelmiş lan! Hakkaten hayat güzelmiş. Yani ben her şeyi bir mutsuzluk perdesi arkasından görüyormuşum. Hayatımdan ve kendimden nefret etmekle hem vaktimi hem kendimi tüketmek yaşamımın özeti olmuş. Tabiki ilaç etkisi altındaki bu sahte mutluluğa çok bel bağlamıyorum ancak gerçekten hayatta güzel şeyler olabileceğini hatırladım tekrar. İki yanında ağaçlar dizilmiş bi yoldan aşağı inerken gözlerimi kapatıp derin bir nefes çekip içimde tutmak ve nefes almanın güzelliğini hatırlamak gibi. Güneşin altında sereserpe uzanmış patilerini yalayan bir kediyi uzaktan görüp kocaman gülümsemek gibi. Düşük, yüklemi, öznesi kayık cümleler kuruyorum. Aslında şu an iş yerindeyim ve biraz da aceleye geliyor ama bu yazıyı neden yazmak istediğimi söyleyeyim. 2 gün Üsküdar'daydım. İlacımı yanıma almayı unutmuşum. Sadece 2 gün ilaç içmedim ve o korkunç sürekli uyuyayım, hayat berbat bir şeydir mottom hemen geri döndü. Buradan da anlıyoruz ki iyileşmiyorum, sadece oyalanıyorum. Bunu da doktorcuğumla konuşmam gerek. Kızacak muhtemelen ama yapcak bişey yok.

Neyse, sakin kalalım, esen kalalım canlar...