25 Kasım 2012 Pazar

nutella ve muz

2010 yazı berbat bir yazdı ama güzel şeyler de olmuştu. Her şeyi hatırlayıp anlatmamı beklemeyin zira insanlar iniş ve çıkışları hatırlar, gerisi teferruattır. O yaz olan güzel şeylerden biri Sena ve Kudret teyze ile Armutlu'ya gitmemizdi.

Bostancı'dan Yalova vapuruna tam 1 saat 25 dakika rötarla binmiştik. Bunu hatırlıyorum çünkü geç kalmıştım. Geç kalmak insanın zamanı daha ciddiye almasına sebep oluyor. Armutlu'ya inmemizle ertesi sabahı arasında geçen zamanda olanları hatırlamıyorum ancak muhtemelen yatakları kapışmış, eşyalarımızı yerleştirmiş ve yol yorgunluğumuzu atmış olabiliriz.

Ertesi gün denize gittik. Kakao yağı almıştık. 1 haftalık Eylül tatilinde bronzlaşmak istemek böyle bir şey. Bol bol sürdük kakao yağını, sonra üstüne 30 faktörlü koruyucu sürdük çünkü gece acıdan ağlarken Kudret teyze'den azar işitmek istemiyorduk. En azından ben istemiyordum. Yetişkinlerle aram hiç bir zaman harika olmamıştır ama bunu öyle belli de etmem.

Yanıma Emrah Serbes'in her temas iz bırakır kitabını almıştım. Bu adamın deniz kenarında kakao yağını sürmüş, bikinileri, güneş gözlüklerini çekmişken ve yazın hit şarkıları bangır bangır çalarken okunacak bir adam olmadığını henüz bilmiyordum. Dolayısıyla şezlongda sere serpe yayılmış güneşlenirken kitap okuyan kız imajım hayli sarsıldı. Sena kitap getirmemişti, benden daha pratik ve eylem odaklıydı.

Bir gün bisiklet kiraladık, bütün siteyi defalarca gezdik. Nefes ve kelimeler tükettik, tek hatırladığım kıçımda oluşan ve bütün gece geçmeyen bisiklet selesi ağrısı. İnsanlar ya çok kötü, ya çok iyi olayları hatırlar demiştim.

Bir gün de marketten muz ve nutella aldık, herkes havuzda yüzüp kalori yakmaya çalışırken biz 1 kilo muzu nutellaya bandırarak yiyip bitirdik. Etraftaki teyzelerin bakışları bir anda değişti, artık potansiyel gelinleri değildik. Zaten Armutlu tam teyze mekanıydı. Aslında Sena ve ben de içinde teyze ruhu taşıyan genç görünümlü yaratıklardık. Ben sonradan gençleştim, o ergenlik sancılarını falan çok sonra yaşadım. Sena 23 yaşında bir teyze olarak hayatına devam ediyor.

O günden sonraki bütün günlerde 1 kilo muz, 1 kavanoz nutella bitirmek rutinimiz oldu. Muz bitince parmaklarla devam ediyorduk, kavanoz parıl parıl olana kadar da bırakmıyorduk. Sena o tatilde 4 kilo aldı. Ben normal yeme rutinimde olduğum için bu işten etkilenmedim.

Bir başka gün spa'ya gittik. Sanki tatil köyünde ne kadar imkan varsa hepsini değerlendirmeye yemin etmiş gibiydik. Spa dedikleri çeşitli kültürlerin hamamlarının bir araya toplanmış olduğu dandikten bir yerdi. Hamamda tellak vardır diye bir kağıt asılıydı. Çok heveslendim. O hamam hikayelerinde anlatılan 1 parmak kir çıktı, bütün derileri yüzüldü laflarının ne kadar yalan olduğunu gördüm çünkü benden 1 gram bile kir, ölü deri çıkmadı. Ya anamdan pir-ü pak doğmuştum ya da tellak bu işi bilmiyordu. Neticede hayalim oradan tertemiz, hafiflemiş çıkmakken yine kirli ve ıslak hissederek çıktım.

Nadiren havuza girdiğimiz zamanlardan birinin akabinde Sena'nın telefonunun kayıp olduğunu fark ettik. Her yeri aradık, en son havuz idaresine gidip sorduk, bize üstünden sular akan bir telefon verdiler. Canım arkadaşım unutkanlıkta sınırları zorlamış, yeni bir çığır açmış, telefonu şortunun cebinde unutarak havuza girmişti.

Tatilin sonuna yaklaşırken, mümkün olan neredeyse her etkinliği denemiştik, bir tek lunapak kalmıştı. Benim adrenalin sevdamın da etkisiyle go-cart'a gitmeye karar verdik. Ama zannettiğim kadar cesur değilmişim, saatte 10 km'yi geçtiğimi sanmıyorum. Bu sırada Sena delirmiş gibi bana tur üstüne tur bindirmiş, her yanımdan geçişinde nevrotik kahkahalar atarak bana bakmıştı. Sağ şeride çekilmiş, pisti yolların ustası, gözlerimin hastası arkadaşıma bırakmıştım. Arabadan indiğimizde hala dönen gözleriyle "heheheh nasıl da geçtim seni ama" dedi, çok keyifliydi. Bozulduğum belli olmasın diye öyle böyle geçiştirdim, eve döndük.

2010 yazı boktan bir yazdı totalde ama ara sıra güzel şeyler de olmuştu.


9 Haziran 2012 Cumartesi

beden

gündem maddesi olarak "bedenimiz bizimdir"

içinde yaşadığımız bedenin sahibi biz miyiz? bu sorunun bir çok farklı cevabı var ama en yaygın ve birbirine en zıt 2 görüş şunlar:

1) evet, bedenim benimdir ve onunla ne yapacağıma ben karar veririm.

2) bedenim şu acınası kısalıktaki hayatımı içinde sürmem için bana emanet edilmiş bir kılıftır. nasıl kullanacağıma dair bir kullanım kılavuzu da var ancak kullanım kılavuzuna uymak yada uymamak benim elimde. bu uygunsuz kullanım sonucu oluşacak ürün ömrünün kısalması yada garanti kapsamı dışında kalma durumları da beni ilgilendirir. her koyun kendi bacağından asılır.

bu iki görüş her ne kadar aynı noktada buluşuyor gibi gözükse de kazın ayağı öyle değil. ilk görüş tanrı tanımaz bir yaklaşımın ürünü. ikincisi ise evet tanrı ve öbür dünya var ve ben kendi isteğimle cızbız köfte olma yolunda ilerliyorum.

6 Haziran 2012 Çarşamba

işte öyle bir şey


Umuttepe'nin ya hep ya hiç kanunlarını unutmuşum. Ya donduran ayaz, ya buharlaştıran sıcak.

İçinde tanıdık bir yüz görmediğimiz yer hala bize ait midir? 

Öğrenci işlerinin yerini değiştirmişler. Sorduğum her öğrenci bana yabancı muamelesi yaptı. Haykırmak istedim burası benim okulum, ben 4 yıl bu koridorlarda gezdim, bu banklarda oturdum, bu sınıflarda okudum. Burası benim okulum ve siz bana yabancıymışım gibi davranıyorsunuz. Bu haksızlık!

İnsanların bazısında vefa yok belki ama okulların hiç vefası yok. Bir kez bitirmeye gör hemen silip atıyorlar seni ve el kalıyorsun her şeye...

Tanıdık bir yüz göremediğim yere hala benim yerim diyebilir miyim?

Sınav zamanına denk gelmişim. Kapı önlerinde sınavdan çıkmış hüzünlü, mutlu, agresif çocuklar yada sınava girecek, elindeki notlara kafasına sokmak istercesine bakanlar. Hepsi çocuk...

Bana artık tanıdık olmayan bu yere okulum diyebilir miyim? Bilmiyorum. Ama o beni hiç özlemese de ben onu çok özlemişim. Aradan geçen 1 yıl yetmiş burnumda tütmesine.

Öğrenciyken medeniyete, şehre uzaklığımızı, unutulmuşluğumuzu vurgulamak için Umuttepe değil Unuttepe derdik buraya. Sahiden de unutmuş beni hem de bu kadar çabuk...


Hani eski bir resme bakarken, hani yılları sayar da insan, hani gözleri dolar ya birden, işte öyle bir şey...

05.06.2012
Unuttepe



23 Mayıs 2012 Çarşamba

noktalama işaretleri

En karaktersiz noktalama işaretidir nokta. Ne soru işareti gibi merak taşır, ne ünlemin ki gibi bir tepki. Virgül gibi yeri değişince anlam değiştiremez, noktalı virgül gibi izahat sebebi değildir. Bir kaç nokta bir araya geldiğinde daha anlamlı olabilir. Mesela 3 noktanın kendine has bir havası vardır. Ama onda da hep bir yarım kalmışlık duygusu...

Yaşamlarımız bir yazı olsaydı sadece noktalarla dolu bir hayat sıkıcı, anlamsız tek düze bir hayat olurdu. Ancak düşünüyorum da sürekli soru işaretleri, ünlemler, üç noktalar, virgüller... Hep bir bilinmezlik, tepkisellik, yarım bırakılmışlık, bekleyiş, çabucak tersine dönebilen durumlar, hiç bir şeyin olduğu gibi görünmemesi, o şekilde anlaşılmaması... Zamanla bütün bunlar kümülatif yorgunlukların müsebbibi olacaktır.

Rutin hem boğucu hem rahatlatıcı. Can sıkan bir huzur var noktada. Bir şeyleri bitirebilmiş olmanın huzuru, hiç bir değişiklik olmamasının yarattığı can sıkıntısı.

Hayatımı dönemsel olarak noktalama işaretleriyle anlatacak olursam, 15 yaşıma kadar olan dönemim masum soru işaretleri, nadiren ünlemler ve bol miktarda noktalarla süslü idi. Sonra ünlemler arttı, akabinde soru işaretleri ve üç noktalar girdi araya. Ardından iki nokta üst üste koydum sıklıkla. Kendimi anlatmak istedim, beceremedim. Virgüller doldurdu günlerimi ve cümlelerdeki yerleri değişti. Hayatımdaki anlamalar, anlamlar değişti beraberinde. Tekrar ünlemler geldi. Çok fazla ünlem ve soru işaretleri, neticede daha fazla üç nokta...

Ve sonra kalem yoruldu bütün bu karmaşadan. Birden sadece noktalar koymaya başladı. Aniden, apansız. Çünkü soru işaretlerine mecali kalmamıştı, ünlemler ağır geliyordu. Ardı sıra noktalar... Daha fazla, anlamsız, sefil noktalar... Kahrolasıca, çaresiz, ruhsuz noktalar...

Belli ki yeni işaretlere ihtiyacım var. Belki paranteze alıp konu dışı bırakabilirim bazı kısımları... Asıl sorun noktalama işaretlerini nasıl kullanacağımı bilmemem belki de... Bir kez yazılanı silemiyor olmam çok kötü, yazılma sürecini tamamen durdurmayı seçemeyecek olmam daha da kötü...

24 Nisan 2012 Salı

kız çocuğu

eminönü-kadıköy vapuru'nda yaşı daha ermemiş bir kız, kıyıya yanaşmamıza yakın, küçük kartlar dağıtıyor bize sessiz sedasız. kartlarda şu cümleler yazılı;

"babam bir trafik kazasında öldü. annemin 3 kardeşime bakmasına yardım ediyorum. onları okutmak için paraya ihtiyacım var. lütfen bu kartı okuduktan sonra iade ediniz."

cümleler öznesi yüklemi yerinde kurulmuş. metinde imla hatası yok. kız taş çatlasa lise 1 öğrencisi olacak yaşlarda. aylardan mart. hani şu en soğuk kışın kazma kürek yaktıran ayı. hani bir türlü yaz gelemedi diye bize feryad-u figan ettiren ay, kızın ayaklarında ucu açık terlikler. insanlar bir bir kalktıkça kalorifer kenarına siniyor kız çocuğu. yazıdaki kartların iadesini isteyen cümleye rağmen bazıları yere atıyor kartı, bazısı buruşturup koltuğa bırakıyor, bazısı öylece bırakıveriyor kalkarken, bazısı da kıza kartını iade ediyor ama sadece kartını.

bu kız bir dilenci değil. hâlinden belli insanların yüzüne bakıp para istemekten utandığı. bu yüzden olabilecek en gururlu cümlelerle kağıda dökmüş hâlini. bırakıyor kelimeler boğuşsun bizimle, insanların hor gören bakışları onun narin omuzlarına çarpıp daha da bükmesin belini.

az beslenmiş vücudu çelimsiz, kolları incecik, avurtları çökük. gözlerinde gerçekleşmemiş, hiç gerçekleşmeyeceğini bildiği hayallerinin kırıkları var. onun yaşlarındaki halimi kızla kıyaslıyorum. o günlerde benim 4 kardeşim vardı ve ben de ailenin en büyük çocuğuydum. böyle bir durumun içine düşsem acaba nasıl karşılardım. ayağımda bir bot sırtımda bir manto olmadan o içe işleyen soğukta ekmek parası peşine düşermiydim. hem de böylesi mağrur ve dayanıklı şekilde. bilemiyorum.

çok şanslı büyümüş ancak bunun hiç farkına varmamış bir nesliz biz. yada en azından ben öyleyim. nelere 5 lira harcamadıkki? en basitinden arkadaşlarımın çoğu sigara içiyor, bu her gün havaya savrulan 5 lira demek değil mi? karnımız tokken cafede içilen 2 çaya ödenen 5 lira, sırf çok susadık diye lüks ötesi bir mekanda içilen bir portakal suyuna ödenen 5 lira. ama ihtiyacı olduğunu söyleyen bir insana verecek bırakın 5'i 1 liramız bile yok, değil mi?

bu böyle olmamalıydı. kız çocuğu kartlardan en az 30 kişiye dağıttı. herkes üstüne düşeni yapıp "5 lira vermek beni fakir etmez" demeliydi. 1 kişi için 5 lira çooook mühim bir para değil çoğu zaman ancak 30 kişiden alacağı 5 liralarla eve dönecek bir kız çocuğu için büyük bir mutluluk olurdu bu.

unutulmaması gereken nokta şu; kim ne derse desin bu çocuklardan biz sorumluyuz. hepimiz. toplum olarak çoktandır unuttuğumuz yada görmezden geldiğimiz görevlerimizin başına geçmemizin vakti, şimdi.

20 Mart 2012 Salı

shakespeare leylailemecnun'da

Leyla ile Mecnun 49.bölüm W.Shakespeare'in Hamlet oyunundan Hamlet ve Horatio'nun günümüze uyarlanmış, biraz hafifletilmiş ama yine de tadı damakta kalan tiradları. Üşenmedim dinledim dinledim yazdım.


Mecnun:
Ölmek,
Ne ki ölmek zaten
Ölmek...
Ölmek uyumak sadece
Düşün ki,
Yalnız uykuda bitebilir bütün acıları yüreğin
Çektiği bütün kahırlar insanoğlunun
Uyumak…
Ama düş görebilir insan uykusunda, çok kötü,
Çok kötü…
Çünkü o ölüm uykularında,
Sıyrıldığımız zaman yaşamak kaygısından,
Öyle düşler görebilir ki insan,
Bir düşünsene.
Ama işte bu düşünceler uzun yaşamayı cehennem eden.
Yoksa kim dayanabilir ki zamanın kamçısına,
Zorbanın kahrına, gururun çiğnenmesine
Sevgisinin kepaze edilmesine,
Kanunların bu kadar yavaş,
Yüzsüzlüğün bu kadar çabuk yürümesine,
Kim dayanabilir?
Kötülere kulluk etmesine iyi insanın
Bir bıçak saplayıp göğsüne kurtulmak varken,
Kim dayanabilir?
Kim ister ki bütün bunlara katlanmak,
Ağır bir hayatın altında inim  inim inleyip ter dökmek,
Ölümden sonraki bir şeyden bu kadar korkmasa,
O kimsenin gidip de dönmediği, o bilinmez dünya,
Ürkütmese bu kadar yüreğini, kim dayanabilir?
Bilinç…
Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi
Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor,
Gönülden gelen o doğal rengini
Ve nice büyük, yiğitçe atılışlar
Yollarını değiştirip, sırf bu yüzden
Bir iş, bir eylem olma gücünü yitiriyorlar.

http://www.youtube.com/watch?v=bEvQ__Myjq8

-0-

Yavuz:
Gitmeyin efendim?
Mecnun:
Neden? Madem toplu iğne kadar değersiz hayatım
Öldükten sonra ruhum onun ki gibi ölümsüz olacak
Niye korkayım ki, ne anlamı var?
Yavuz:
Ya sizi denize doğru çekerse efendimiz?
Yada denize inen uçurumun korkunç tepesine götürüp de
Orada başka bir hayalet olup aklınızı başınızdan alırsa
Bir çılgınlık sokarsa içinize
Düşünün bir kere
Başka bir şey olmasa da
Yerin kendisi gözünü gönlünü karartır insanın
Yukarıdan bakınca derinliklere
Uğultusunu duyunca denizin
http://www.youtube.com/watch?v=TTDcdZib01g

yalnızlık


bana yalnızlığı anlat iskender abi, iskender baba, büyük iskender

İsmimi verirsem o da beni terkeder diye korkuyorum..
Kuduz bir köpek kadar yalnızım..
Yalnızlık, gece ayazında sabaha kadar beklemek gibidir,
Isınmak için güneşin doğmasını beklersin, ama o güneş hiçbir zaman doğmaz..
Yalnızlık, bulmadığın sevgiyi başka yerlerde aramak gibidir,
Ne yaparsan yap onu bulamayacağını bilirsin, ama yine de denemekten vazgeçmezsin..
Onun boşluğunu hep başka şeylerle doldurmaya çalışırsın..
Yalnızlık, aynı havayı soluyup ta bi türlü yanyana olamamak gibidir,
Aldığın her nefeste onun kokusunu duymak istersin, ama yapamazsın..
Aldığın her nefes ciğerini acıtmaya başlar..
Yalnızlık dediğin eski bir sandalyenin gıcırdamasıdır yalnızlık..
Terkedildim, herkes terketti gitti beni..
Sol kaburgam bile firar etti bedenimden,
Aradan geçen zaman bile yetmiyor unutmaya,
Ettiğimiz kavgaları bile özlüyorum,
Saçlarını okşamayı,
Ellerini tutmayı,
Aniden boynuna sarılmayı,
Bana bakışını,
Karşımda duruşunu,
Hatta arkasını dönüp yatışını bile..
Ona yavaşca sokulmak,
Sessizce sarılmak,
Omuzlarından tutup sımsıkı kendine çekmek..
Ah yalnızlık..
Yalnızlık bir kapıyı açıp dışarı çıkmaktır,
O kapının dışında kalmaktır yalnızlık.

http://www.youtube.com/watch?v=c1SOL_wBkB4

13 Mart 2012 Salı

kabak tatlısı

Hiçbir zaman istediğim kadar ciddiye alınmıyorum. Hep bir makara, goygoy halinde dinliyor insanlar beni. Bir gülüp bir ağlamam ya da günümüz gençliğinden dem vurup hemen arkasından kabak tatlısı tarifi vermem yüzünden oluyor bunlar. Ama hayatın kendisi de böyle. İnsan sadece düşünen, konuşan, öğrenen, üreten bir canlı değil. Hayatta kalmak için, mutlu olmak için ara sıra da tüketmesi gerekiyor. Hele de tatlı tüketirken insan nasıl da mutlu oluyor, o beyin nasıl da harıl harıl çalışıyor bir sonraki deneme için.

Öğrenci evinde menemen, makarna, yumurta yenir tabusunu çoktandır yıkmıştım ben. Fırında sebzeli tavuk olsun, mantar sote olsun, brokolili kereviz olsun. Böyle bir öğrenci evimiz var. Geçenlerde muzlu çikolatalı kup yaptım, isminin afili durduğuna bakma muzlu pudingle çikolatalı pudingi üst üste döküyorsun kâseye, bütün olayı bu. Sonrasında bir köstebek pasta tecrübemiz oldu ki nasıl olup da güzel pişti hala şaşırıyorum çünkü fırınımız fotoğrafta görülmekte olup, Eminönü’nden 50 liraya alınmış bir külüstür.

Özel bir ilişki var aramızda demek ki bir tek ben pişirince yanmıyor kekler, börekler. Hafta sonu Tuzla pazarına gittim. O bal kabakları öyle içli seslendiler ki bizi al, bizi al diye, dayanamadım. Böylece bir kabak tatlısı deneyimimiz de olmuş oldu. Aslında tarifi çok kolay da başında bekleyeceksin, yok taşmasın, yok dibi tutmasın. O kısım biraz naneli, bizim mutfağın evin “cold spot”ı olmasından mütevellit. Artık tarife geçsem iyi olacak.

*2 kilo soyulmuş dilimlenmiş bal kabağı
*4-5 su b. Şeker
*1/2 su b. Su
*1 su b. Ceviz içi  

Bunları orta harlı ateşte nazlı nazlı pişiriyoruz en az 1 saat belki de 1,5 saat. Başında bekliyoruz ki fokurdayıp, taşıp, ocağımızı batırmasın. Sonra bir servis tabağına alıp dövülmüş cevizleri üstüne boca ediyoruz.
Ben yine başında beklemedim son dakikada mutfaktan kötü kokular gelmeye başladı, servis tabağına alırken korkudan 3,5 atıyorum dipte 2 parmak yanık kabak olacak diye. Hayır, kabakların ziyan olmasını geçtim, yanık tencere yıkamaktan illallah geldi artık. Neyse ki sadece dibi tutmuş çok az. İşte bir mutfak macerası daha böyle son buldu, hem daha ıspanak pişireceğim akşam yemeğine. Neticede tatlı karın doyurmuyor okuyucu.

üniversite

Üniversite öğrencileri

Üniversitedeyken solcu oldum ben biliyor musun sevgili okuyucu. Çünkü bu memlekette insanlar genelleme yapmaya bayılıyor. Al bak ben de yaptım bir tane, çok kolay.

Üniversitelerde öğrenciler 3 başlık altında toplanır. Sağcılar, cemaatçiler ve solcular.

Sağcılar, ne mutlu Türk’üm diyene, Osmanlı nesliyiz, şerefsiz Apo çerçevesinde dönen konuşmalar yapan Alparslan Türkeş’in asil evlatlarıdır. Onlara göre ordu, millet el eledir. Aralarında hiçbir problem yoktur. Türkiye demir yumruktur ama “bir de şu Kürtler olmasa”dır. Bütün devletlerin ülkemiz üzerinde hain planları vardır. Bu gençler basmakalıp birkaç cümle ezberler, okumaz, düşünmez, yazmaz. Çok üzülerek söylemeliyim ki sığ insanlardır. Şehitlik kavramını anlayamadıkları için her şehit haberinde bir vaveyla çıkarırlar. Milliyetçiliğin dine tecavüz etmesiyle doğmuş gayrı meşru çocuklardırlar.

Cemaatçiler genel olarak iyidir. Severim onları. Güzel pilav yaparlar, tatlı tatlı sohbet ederler. Ama en ufak bir olayda saklanacak delik aramaları, haksızlığa karşı ses çıkarmamaları, “aman bizden bilmesinler”ci kaypak duruşları midemi kaldırır. Kendilerine, bu doğrudur diye verilen her şeyi doğru kabul etmeleri, düşünmemeleri beni çileden çıkarır. Yapamam. Onlardan biri olamam.

Solcular da kendi içinde pek çok gruba ayrılır ancak geneli özgürlüğe, farklı düşünceye saygı duyar. Ruhlarında asilik vardır. Klasik devlet anlayışına göre anarşist sayılırlar ancak onların da kendine göre bir düzeni, nizamı vardır aslında. Dogmaya şiddetle karşıdırlar ki ben bu noktada onlardan ayrılırım.

İnsanın hareket edebilmesi için önce bir başlangıç noktası bulması gerekir. Eğer belli bir başlangıç noktanız yoksa hareket etmiş sayılmazsınız. Bu referans nokta –insanın hiçbir şeyin bilgisine sahip olmadığını düşünürsek- mecburen bir dogma olmalıdır. Eğer bu referans noktasından hareket etmenin zarar verdiğini görürsek aynı yoldan geri döner, başka bir dogmaya inanır ve ona göre hareket ederiz. Ama hareket edebilmemiz için en azından bir adet dogma, referans noktası kabul etmemiz gerekir.

Üniversitelerde benim gibi düşünen, itidalli, aklın öncülüğündeki tutarlı yaşantı mantığını benimsemiş insanlar hiç mi yok? Var. Ama o kadar azız ki bir başlık altında dahi toplanamıyoruz. Bir şekilde hep diğer 3 gruptan birine dahil ediliyoruz. İşte ben de bu yüzden üniversitedeyken solcu oldum. Kendim olmadım da, ülkücülerin ve cemaatçilerin gözünde solcu oldum. Solcular da beni pek benimsemedi ama bir arkadaşım bana “sağ gösterip sol vuruyorsun” demişti.

Keşke hiçbir şeyci olmadan üniversite okunabilen bir ülke olsaydık. Babamın üniversite yıllarında başından geçmiş bir anekdotla toparlıyorum.

80 öncesi üniversite gençliği.  Babam İTÜ Taşkışla Kampüsü İnşaat Fakültesinde okuyor. Yurtta kalıyor. Okulda ve dışarıda birbirini kıran ülkücülerle komünistler yurtta birbirlerinden küçük tüp, tencere, tabak alıyor. Yan odaya pişen yemekten de götürülüyor. Babam ülkücülerin odasına gidiyor ki ne görsün rakı sofrası kurulmuş, gel kardeşim gel sende diye davet ediyorlar. Yahu arkadaşlar siz ilahi Kelimetullah için Allah-u Ekber demiyor musunuz, bu ne hal diye soruyor, gülüşüyorlar. Komünistlerin odasına gidiyor, her yer kule gibi kitap yığınlarıyla dolu, biri bir şeyler okuyor, diğerleri pür dikkat onu dinliyor. Yahu arkadaşlar siz komünist değil misiniz, ne bu hep oku, oku, neden votka içmiyor, eğlenmiyorsunuz diyor, eğer içki içersek kafamız bulanır, Das Kapital’i anlayamayız ki diyorlar.

O günün ülkücüleri ile bugünün ülkücüleri arasında hiç fark yok. Ama o günün solcuları da kalmadı artık. Okuyan, araştıran, merak eden, düşünen o kadar az insan var ki…

Unutmadan babam da üniversitedeyken solcu kabul edilirmiş, gerçi hiç kavgaya karışmamış ama kitlesel bir dindar gençlik hareketi de olmadığı için mecburen solcu olmuş. Sonrasında Milli Görüş, Milli Gençlik Vakfı ve fanatik bir dindar gençlik hareketi var ama üniversitelere entegre olamadılar bir türlü. Halbuki Erbakan bir akademisyen, bir bilim adamıydı. Neyse, şimdi onlar da kalmadı.

Üniversite gençliği denince aklıma ne geldiğini size söyleyeyim mi? Okula mecburen giden, sınav haftası ders çalışan, onun dışında boş gezen, 22-23 yaşlarında ama o yaşına kadar bir işin ucundan tutmayı öğrenememiş, balık hep eline verilmiş, hiçbir şeye tam bir inancı olmayan bu yüzden hayat amacını bulamayan ve bu boşluğu tütün, alkol, seks, müzik, sinema gibi şeylerle dolduran, kelimenin tam anlamıyla vakit öldüren bir güruhtur üniversite gençliği. Ve ben de o güruhun içindeyim.

12 Mart 2012 Pazartesi

huzur noktası

Anneannemlerdeyim. Odun sobasının insanı mayıştıran sıcaklığı her yanımı sarmış. Televizyonda sesi kısılmış bir maç tekrarı, elimde Bizim Büyük Çaresizliğimiz, dedemi dinliyorum. Dayımın söz dinlemezliğinden, laf anlamazlığından dem vuruyor misaller vererek. Yaşlılık tuhaf şey. 72 yaşlarındaki dedem 43 yaşındaki dayımı bana şikayet ediyor. Gözlerindeki, sen büyüyünce onun gibi yapma diyen bakışı görüyorum, görmemezliğe veriyorum. İnsan her şeyi görürse yaşamaya dayanamazmış gibi geliyor.

Tırnaklarına ne olmuştu diye soruyorum. Yavaş yavaş anlatıyor, yaşlı insanların o huzur veren yavaşlığıyla. Hızlı yaşamanın insanı yorduğunu bilmenin irfanıyla veya hızlı yaşamış olmanın yorgunluğuyla. Küçük parmağını göstererek bu Almanya'da madende çalışırken oldu diyor hafife alırcasına. Diğer 3 parmağını gösterip bunlar diyor duruyor, o günün gözlerinin önünden geçtiğini görüyorum ve devam ediyor, 56 yılıydı, dokuma fabrikasında makinanın mekiğine kaptırdım. Devam etmesi için bekleyen gözlerle bakıyorum gözlerine, küçüktüm, pek kimsem de yoktu İstanbul'da. Fabrika Zeytinburnu'ndaydı, gece mesaisiydi, o saatte nereden bulursun vasıtayı, ta Yedikule'ye yürüdüm Ermeni Hastahanesi'ne, öyle soğuktu ki yaradan akan kanlar yere ulaşana kadar donuyordu, şimdi bunları soğuk sanıyorsunuz diyor, günlerdir bu nasıl soğuk arkadaş! diye söylenen kendimden utanıyorum. Ne fakirlik, ne eziyet diye söyleniyor, gözlerindeki hüzün içime oturuyor. Tabi soğuk olması belki daha iyi oldu kan kaybı açısından, hastahaneye varınca diktiler parmaklarımı, pansuman ettiler ama tırnaklarım düzelmedi işte diyor, konuyu kapatmak isteyen, gözleri yaşlarını içine akıtmaktan kızarmış, mahcup dedem. Çocuk yaşta babasız kalıp memleketi Trabzon'dan iş bulmaya İstanbul'a gelen, 16 yaşında fabrikada çalışıp yalnız yaşayan, ailesine, yetim kardeşlerine para gönderen dedem. O gün hissettiği sahiplenilmemişliği hala içinde taşıyan, 16 yaşında, yetim, çocuk yaşta büyümek zorunda kalmış dedem. Kanser olduğunu öğrendiğinde umursamayan, kemoterapi süresince hiç sızlanmayan, bir gün dahi boş durmayan çetin ceviz dedem, 16 yaşındaki hayal kırıklığını hala içine ağlayarak anlatıyor. Anlıyorum ki büyük hayal kırıklıkları onulmaz yaralar açıyor insan ruhunda. Konuyu değiştiriyorum...
Birlikte yemek yiyoruz. Yemek bitince dedem arka tezgahta duran baklavadan bir dilim aşırmaya kalkıyor, 5 yaşında bir çocuk afacanlığı gözlerinde. Anneannem fare kovalayan kedi misali mutfaktan çıkarıyor dedemi sonra dönüp bana, dün akşam 2 dilim verdim bugün hali hiç iyi değil diyor. Onlar Sherlock ve Watson gibiler. Birbirlerini hem çileden çıkarır hem de arkasını kollarlar.

Odaya dönüyorum. Sobada odunlar çıtırdayarak yanıyor. Sobanın üstündeki güğümde her daim hazır bekleyen sıcak su ve çıkardığı su buharı. Havanın bile bir yoğunluğu var yaşlı insanların evlerinde. Sanki o değişmeyen rutinler burada bir zaman çemberi oluşturmuş. Ne dışına çıkabiliyoruz ne de daha hızlı hareket ettirebiliyoruz zamanı.

Bakışlarımla dedemden izin alıyorum. Sobanın yanındaki divana kıvrılıyorum. Burası benim nefes alabildiğim nadir hayat duraklarından. Sebepsiz bir huzurla doluyor içim. Uykuya dalmak üzereyken dedemin, akşama fındık da kavururuz diyen sesi kulaklarıma ulaşıyor. Zaman çemberi gülümsüyor. Kafamı güçlükle olur dercesine sallıyorum ve uyku salıncağına atlıyorum. Aziz öğle uykusu beni sarıyor.

Giderken dedemin elini öpüyorum. Her zamankinden daha anlamlı benim için. Biliyorum ki o eller benim bugünümü kuran ellerden. Dokuma tezgahlarında, madenlerde, inşaatlarda ezilmiş, güneşte kavrulmuş, yıllarla buruşmuş, benden önceki ve sonraki nesil için çalışmış emektar eller. Ve biliyorum ki emek kutsaldır.

9 Mart 2012 Cuma

saramadığımız yaralarımız-IV

Bu yazı, saramadığımız yaralarımız yazı dizisinin son parçası. Ancak saramadığımız yaralarımızın anlatmakla bitmeyeceğini siz benden daha iyi biliyorsunuz.

Dün akşam Türk Edebiyatı Vakfı'nda Servet Kabaklı ve Yusuf Ziya Arpacık'ın katılımcı olduğu Hocalı Katliamı'nı konu edinen bir konferans dinledim. Milliyetçilik çok sığ bir bakış açısı ama Ülkücülük kendine has apayrı bir sığlık örneği, bundan bir kez daha emin oldum. Din-ırk sentezi yapmaya çalışırken hangisinin daha önemli olduğunu unutmak tanımına da tam oturan bir örnekti.

"Hocalı Katliamı bizim bir yaramızdır. Orada Türk kardeşlerimiz öldürülürken biz sesimizi çıkarmadık, hala çıkarmıyoruz. Türk kardeşlerimizi savunmalıyız." minvalinde bir konuşma yaptı Yusuf Ziya Arpacık. Eğer kardeşlik bağı söz konusuysa ilk öncelik -bir din-ırk sentezinde- dine verilmeli ve din kardeşliği vurgulanmalıdır. Çünkü aynı kafa tası ölçülerine ve benzer genlere sahip olmamız değil, inandığımız değerler bizi biz yapar. Bunun da ötesinde en önemlisi hepimizin, insan başlığı altında toplanıyor oluşumuzdur. Bir Azeri, bir Türk, bir Arap, bir Ermeni, bir İngiliz... Hangi ırktan olursak olalım insanız. Kesersen kanar, kalbe veya beyne tek bir kurşun ölmesine yeter. İşte önemli olan bu. Eğer Hocalı Katliamı kınanacaksa, -ki kınanmalı- bu, orada ölenler Türk olduğu için değil, masum insanlar oldukları için yapılmalı.

Savaş bambaşka bir meseledir. Devletlerin gerek yeni kazançlar sağlamak için, gerekse mevcudu korumak için savaşması engellenebilir bir şey değildir ve bu savaşlar sırasında ölenler de bir amaç uğruna ölmüşlerdir. Onların yasını tutmuyorum. Onların cesaretine hayranım, onlara saygı duyuyorum. Ancak savaşların sivillere sıçramasına karşıyım.

Ben Ermeni Soykırımı'nı, Hocalı Soykırımı'nı,Yahudi Soykırımı'nı, Filistin'de yıllardır yapılagelen Arap Soykırımı'nı, bu ırklara özel bir sempati yada antipati duyduğumdan değil, sadece masum insanlara karşı orantısız güç kullanımı ve zulüm söz konusu olduğu için kınıyorum. Çünkü önemli olan insan olmamız. Çünkü hepimiz kesince kanar, vurunca ölür canlılarız. Çünkü ben zulüm kimden gelirse gelsin, mazlum hangi dinden hangi ırktan olursa olsun, zalimin karşısında olmalıyım. Çünkü ben insanım, doğam gereği masumların ve savaş ahlakının korunmasını savunuyorum. Çünkü hepimiz insanız ve altında toplanabileceğimiz, bizi parçalara ayırmayacak uygunlukta başka bir tanım daha yok. 

Hepimiz insanız! Bunu unutmayalım. Yalvarırım, ne olur... Elimizde kalan daha değerli neyimiz var ki?

8 Mart 2012 Perşembe

saramadığımız yaralarımız-III

Tarihte her olayın bir görünen yüzü bir de arka planında bu olayı tetikleyen nedenler, olaylar zinciri var. Bugün Ermenistan ile ilişkilerimizin geldiği durum, yılların ve karşılıklı öç alma hikayelerinin bir sonucu olarak incelenmeli ve görülmeli. 

1988 yılında, Ermenistan'dan kovulan Azeri mülteciler tarafından, Sumgayıt kentinde yaşayan Ermeni sakinlerini hedef alan bazı protestolar gerçekleştirildi. Bu hareket Ermenistan'da Azerilerin katledilmesi ve 250.000 den fazla Azeri'nin zorla göç ettirilmesine karşı oluşan bir tepkiydi. Kayıtlara göre 26 Ermeni ve 6 Azeri bu olaylarda hayatını kaybetti.

Karabağ Savaşı esnasında 25 Şubat'ı 26 Şubat'a bağlayan gece (1992) Azerbaycan'ın Hocalı kasabasında, Ermeni güçleri tarafından 106'sı kadın 83'ü çocuk olmak üzere 613 Azeri vatandaşı öldürüldü. Bu resmi açıklamalarda verilen sayıdır. Ancak savaştan önce 2.605 aile yani 11.356 kişinin Hocalı'da yaşadığı ve katliam sonrasında Hocalı Kasabası'nın tamamen ortadan kaldırıldığı da elimizdeki bir diğer bilgi. Bu 11.356 kişiden kaç tanesi kaçabildi, kaç tanesi öldürüldü bilmiyoruz ancak resmi rakamlara göre bulunan ceset sayısı 613. Burada da yine Ermeni Tehciri'nde olduğu gibi insanların buharlaşması sorunuyla karşı karşıyayız. Bu kadar insan ölmediyse nerede, öldüyse cesetleri nerede? 

Karabağ Savaşı'nda komutanlık yapmış olan şimdiki Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan ve diğer bazı komutanlar tarafından katliamın Ermeni güçler tarafından yapılan bir intikam olduğu açıklanmıştır. Ayrıca Karabağ hareketi içersinde önemli isimlerden biri olan Zori Balayan Ruhumuzun Canlanması adlı kitabında o dönemde Azerbaycan Türklerine yapılan zulümden şöyle bahsetmektedir. 
Biz arkadaşımız Haçatur'la ele geçirdiğimiz eve girerken askerlerimiz 13 yaşında bir Türk çocuğunu pencereye çivilemişlerdi. Türk çocuğunun bağırış çağırışları çok duyulmasın diye, Haçatur çocuğun annesinin kesilmiş memesini çocuğun ağzına soktu. Daha sonra bu 13 yaşındaki Türk'e onların atalarının bizim çocuklara yaptıklarını yaptım. Başından, sinesinden ve karnından derisini soydum. Saate baktım, Türk çocuğu yedi dakika sonra kan kaybından öldü. İlk mesleğim hekimlik olduğuna göre hümanist idim, bunun için de Türk çocuğuna yaptığım bu işkencelerden dolayı kendimi rahatsız hissetmedim. Ama ruhum halkımın yüzde birinin bile intikamını aldığım için sevinçten gururlanırdı. Haçatur daha sonra ölmüş Türk çocuğunun cesedini parça parça doğradı ve bu Türkle aynı kökten olan köpeklere attı. Akşam aynı şeyi üç Türk çocuğuna daha yaptık. Ben bir Ermeni vatansever olarak görevimi yerine getirdim. Haçatur da çok terlemişti, ama ben onun gözlerinde ve diğer askerlerimizin gözlerinde intikam ve güçlü hümanizmin mücadelesini gördüm. Ertesi gün biz kiliseye giderek 1915'te ölenlerimiz ve ruhumuzun dün gördüğü kirden temizlenmesi için dua ettik. Ancak biz Hocalı'yı ve vatanımızın bir parçasını işgal eden 30 bin kişilik pislikten temizlemeyi başardık.

Belki de insanlar parçalara ayrılıp köpeklere yedirildiği için yada parçaları bir araya getirilip ceset denilebilecek hale sokulamadığı için sadece 613 kişinin ceseti bulundu ve resmi rakamlar buna göre hazırlandı.

Burada -Zori Balayan'ın kitabından alıntıladığımız parçadan da anladığımız üzere- bir ırk'a kasıtlı olarak saldırı söz konusudur. Bu yüzden Hocalı katliamı Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesinin soykırım tanımına uygundur. Hocalı katliamı bir soykırımdır. Sebepleri eskilere dayanan ve o sebeplerle hiç alakası olmayan insanlara ödetilen bir bedeldir. 
Kaynakça:

saramadığımız yaralarımız-II

http://yaevdeyoksan.blogspot.com/2012/03/saramadgmz-yaralarmz-i.html

Masum bir insanı yerinden yurdundan ayırıp, neresi olduğu ve nelerle karşılaşacağını dahi bilmediği bir yere göndermek açıkça bir insan hakları ihlali meselesidir. 1915 yılında tehcire mecbur bırakılan yaklaşık 400.000 insanın hepsi komitacı, hepsi zararlı kisvesine sahip insanlar mıydı gerçekten? Yoksa aralarında masum insanlar da var mıydı? Bu soruların kesin cevaplarından yoksunuz ancak o 400.000 kişiden bir tanesi bile masum olsa bu devletin adillik sıfatına leke düşürmeye yeter.

Tehcir Yasası çıkarılırken Talat Paşa hükumetinin niyetinin ne olduğu yoruma açık. Kesin olan şu ki bu tepkiyi beklememişlerdi. Öncelerde zorbaca bastırılan isyanlar sonrası insanlar olanları unutup yine Devleti Âliyye'lerinin devamı için dua etmişlerdi. Çünkü bir tane Devleti Âliyye vardı. Ancak bu defa ezber tutmadı. İnsanların mizaçlarının değişkenlik göstermesi gibi toplumların da mizaçları değişkenlik gösterebilir.

Yasayı çıkaranlar arasında devletin devamlılığını önde tutan vatanseverler olduğu gibi, ırk ayrımından kaynaklı (yani geçerli bir sebebi olmaksızın) nefret güdenler de vardı. Ayastefanos Antlaşması(1878) sonrasında Ermenilere tanınan ayrıcalıklardan rahatsız olan bir kısım insanlar kendilerince haklı gerekçelerle içlerinde bir nefret yaratmış İttihat ve Terakki Hareketi de bunu körükleyen bir üslup benimsemişti. Ermeni Tehciri'nin görünen sebepler haricinde, derinlerinde bir nefret hareketi olduğunu da söyleyebiliriz.

Bursa milletvekili Hasan Fehmi Bey TBMM'nin 17 Ekim 1920 tarihli gizli oturumunda şöyle konuşmuştur:
Tehcir meselesi, biliyorsunuz ki dünyayı velveleye veren ve hepimizi katil telakki ettiren bir vakıa idi. Bu yapılmazdan evvel alem-i nasraniyetin bunu hazmetmeyeceği ve bunun için bütün gayz ve kinini bize tevcih edeceklerini biliyorduk. Neden katillik ünvanını nefsimize izafe ettik? Neden o kadar azim, müşkül bir dava içine girdik? Sırf canımızdan daha aziz ve mukaddes bildiğimiz vatanımızın istikbalini taht-ı emniyete almak için yapılmış şeylerdir.

Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesinin tanımlamasına göre: öldürmese bile bir millete veya ırka yöneltilen saldırılar soykırım sayılır ve katliam olsa bile bir millete veya ırka yöneltilmediği takdirde soykırım sayılmaz. Bu tanım ışığında Ermeni Tehciri bir soykırım olarak nitelendirilebilir.

Ben 1915 yılında Ermenilere yapılan zulmün acımasızca olduğunu ve orantısız güç kullanıldığını düşünüyorum. Çünkü devlete eli ve diliyle zarar vermemiş olan masum insanlar da bu süreçte büyük eziyetlere katlanmak zorunda bırakılmış, şartların güçlüğünden dolayı ölmüş yada istemli olarak öldürülmüştür. Eğer, Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulurken bu yaraya merhem olma yolunda hareketlerde bulunulup tehcire tabi tutulan Ermenilere vatanlarına dönme çağrısı yapılsa, can ve mal emniyetlerinin sağlanacağına dair söz verilse ve bu sözler tutulsa idi bugün durum çok daha farklı olabilir, iki millet arasındaki nefret ateşi söndürülebilirdi. Ancak  günümüzde bu ateş bir yangın halini aldı. Artık durdurulması söz konusu değil. Bu nedenle soykırımı devlet olarak tanımak da yetersiz ve geçersiz ancak onurlu ve adil bir hamle olacaktır. Durdurulamayacak denli büyük yangınlarda, yananlar artık yanmıştır. Yapılabilecek olan, hala yanmamış kısımları korumak ve yangın bitene kadar beklemektir.

Kaynakça:

saramadığımız yaralarımız-I


1789-1790 Fransız Devrimi ile modern milliyetçi düşünce doğdu ve ceremesi bugün dahi çekilmeye devam ediyor.

Avrupa tarihindeki ilk milliyetçi hareketler Napoleon istilası altındaki Almanya’da görüldü (1804-1815) aynı yıllarda Rus işgalindeki Polonya’da güçlü bir milliyetçi akım doğdu. Akabinde Osmanlı Devletine karşı ayaklanan Yunanistan(1821), Avusturya İmparatorluğu’na karşı ayaklanan Macarlar(1848), sonrasında Çekler, Sırplar yoluyla milliyetçilik akımı Orta Avrupa’ya taşındı. 1870’lerde Rusya’da doğan Pan-Slavizm akımı da yayılmacı milliyetçiliğin ilk örneklerinden biridir.

Bu çerçevede bugün ülkemizde etkilerini şiddetle hissettiğimiz milliyetçilik akımı incelenecek olunursa “Ermeni Sorunu” hatta “Kürt Sorunu” daha net anlaşılabilir. (Bu meselelerin birer sorun olarak incelenmesi bana kalırsa hala anlaşılamamış olmasından ileri gelmektedir.)

Kronolojik olarak inceleyecek olursak;
  • Hınçak Partisi üyelerinin girişimleriyle gerçekleşen 20 Haziran 1890 Erzurum İsyanı ve 15 Temmuz 1890 yılında İstanbul’da gerçekleşen Topkapı Nümayişi,
  • 1892-1893 yıllarında Kayseri, Yozgat, Çorum, Merzifon olayları,
  • 1894 yılında Sasun İsyanı, Bab-ı Âli Gösterisi ve Zeytun İsyanı,
  • 1890 yılında Osmanlı Bankası’nın Ermeniler tarafından basılması yine aynı yılda Van İsyanı,
  • 1903 yılında İkinci Sasun İsyanı
  • 21 Temmuz 1905’te Ermeni suikastçilerin II.Abdulhamit’e suikast düzenlemesi,
  • 1909 Adana Olayları ki çok sayıda sivil Ermeni’nin ölümüyle sonuçlanmıştır.

Bu geriye bakış bize yaygın inanışın aksine Ermeni’lerin savaş sırasında Osmanlı’ya aniden sırt dönüp kalleşlik etmediğini, uzun yıllardır millet olarak özgürlükleri için bir savaş verdiklerini gösterir. Çağın akımı milliyetçilik akımı olduğu gibi, zaten zayıflamış olan Osmanlı Devleti’nin daha küçük parçalara ayrılacak olması da yabancı devletlerin istedikleri ve bilfiil destekledikleri bir olaydır. Haliyle Ermeni’lerin I.Dünya Savaşı patlak vermeden önce de Osmanlı ile savaş içersinde olduğu gayet açıktır.

Bütün bunların ötesinde dönemin iktidar partisi olan İttihat ve Terakki de ulus devlet fikrini benimsemekte ve devletin bütün yabancı unsurlardan arındırılması gerektiğini düşünmektedir. Yine de büyük savaş sırasında Ermeni’lerin Osmanlı Devleti’ne sadık kalıp kalmayacağıyla ilgili Ermenilerle görüşmeler yapılmıştır. Bu hareketin satır arasında durum gereği Ermenilerin desteğini alıp savaş sonrasında onlardan da kurtulma fikrini okumaktayım. İttihat ve Terakki fikriyatı bugün hepimizin bildiği üzere faşizmden beslenmekteydi.

Hal böyleyken savaş sırasında gönüllü olarak taraf değiştiren yada zorla diğer tarafa çekilen Ermeniler olmuştu. Bu durum, savaş öncesinde Osmanlı Devleti’ne sadık kalacaklarını belirtmiş olmasalardı bir sorun teşkil etmeyebilirdi ancak bu şartlar altında Osmanlı Devleti 1915 yılı Şubat ayından itibaren ordu içersindeki Ermenilerin silahsızlandırılması kararı aldı.

24 Nisan 1915 yılında Anadolu’daki Ermeni Hareketi’nin ele başı olarak görülen ve Ermeni Toplumu’nun önde gelen kimselerinden 2345 kişi tutuklanarak İstanbul’dan Anadolu’ya sürüldü. Bir kısmı sürgünde öldü, bir kısmı öldürüldü. 24 Nisan Ermeni Soykırımını Anma Günü olarak tüm dünyada bilinen tarihtir ancak tehcir bu tarihten yaklaşık olarak 2 ay sonra işleme konulmuştur. Osmanlı Arşivlerine göre 413.067 kişi tehcire tabi tutulmuştur. Bu sayı kanımca günümüz şartlarında bile çok amansız bir sayıdır ki o dönemin ülke nüfusu göz önünde bulundurulursa “muazzam” olarak nitelendirilebilir.

Tehcire tabi tutulanların Suriye Çölü’ndeki Deyrizor’da kurulan toplama kamplarına gitmesi gerekmektedir. Ancak bu kamplar bu sayıda insanı barındırmak ve yaşatmak için yeterli büyüklüğe ve imkana sahip değildir. Yine Osmanlı Arşivlerine dayanan rakamlara göre bölgede 56.610 Ermeni’nin çeşitli sebeplerle öldüğü kayda geçmiştir.

I. Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı Devleti sınırları içinde Ermenilerin dağılımı, Osmanlı 1914 nüfus sayımı istatistiklerine göre, Suriye, Halep ve Beyrut vilayetleri dahil, Kars, Ardahan ve Artvin hariç 1.295.000’dir. Savaş sonrasında kaybedilen topraklardaki Ermeni vatandaşlar bu toplamdan çıkarılırsa Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırları içersinde yaşamakta olan Ermeni sayısı 1.238.000 olmalıdır. Ancak Cumhuriyet döneminin ilk nüfus sayımı olan 1927 nüfus sayımında Türkiye’nin Ermeni nüfusu 100.000 civarında gösterilmiştir.

Bu iki sayım arasında 1.138.000 insana ne olmuştur? Bir kısmı Osmanlı Devleti için savaşıp vefat etmiş olsa bile 1 milyon insan nasıl buharlaşır?

Esasen Hocalı Katliamı ile ilgili bir yazı yazmayı planlamıştım ancak olayların bir görünen yüzü bir de saklanan yüzü var. Kullandığım sayılar Osmanlı Arşivlerinden elde edilenler. Bir de bunların İngiliz, Amerikan kaynaklı olanları var ki orada durum daha da vahim. Daha ne kadar vahim olabilir demeyin, olabiliyor. Bir sonraki yazıda soykırım kavramını inceleyeceğiz ve bir ulusun zihninde nefret nasıl yeşerir, kardeşler nasıl birbirini öldürebilir sorularına cevap arayacağız.

Kaynakça:

29 Şubat 2012 Çarşamba

ölümler



insanlar öldürülüyor diye bas bas bağırıyoruz. tamam, âlâ, insanlar öldürülmesin ama kimse öldürmese de insanlar ölüyor. bu doğmak kadar basit, biyolojik bir olay. nasıl doğumumuz bizim kararımız dışında gelişiyorsa ölümümüz de öyle. karar mercii olabildiğimiz tek yer ne zaman başlayıp ne zaman biteceğini kestiremediğimiz bu küçümen hayat.

hepimiz ölürüz. bazılarımız bebekken menenjit geçirir ölür, bazıları trafik kazasında, bazıları terör eyleminde, bazıları kanserden ölür. bazısı gelir 100 yaşına yatağında, uykusunda ölür. ne zaman, nerede olursa olsun geride kalanlar için ölümler hep "erken ölüm"dür. ölen içinse hepsi bir. kimse "oh çok şükür yapılacak bütün işlerimi bitirdim, artık ölebilirim" demez! 1000 yaşına gelse bile diyemez çünkü sonsuz ihtimaller, güzellikler barındıran bir dünyada yaşıyoruz.

halbuki banka kredilerinin olduğu gibi insanların ömürlerinin de bir vâdesi var arkadaşlar. kimisi 3 ay, kimisi 10 yıl, kimisi 50 yıl vâdeli hayatlar çekiyoruz kainat bankasından. unutulmaması gereken şu ki vâdesi ne kadar uzun olursa faizi de o denli kabarık olur hayatın.

gelin şu ölüm korkumuzu bir aşalım, ölümü gülümseyerek karşılayalım. inan bende korkuyorum ölümden sonra başıma gelecek muammadan ama derler ya korkunun ecele faydası yok...

sonradan gelen (08/03/12) : can değerlidir, can tatlıdır, can korunmalıdır. ancak, ölümden duyduğumuz korku yüzünden değil, yaşama hakkımız için.

yorgun

bu yazı ali ural'ın yazı atölyesine gittiğim dönemlerde yazılmış olup ödev olarak verilen "lamba" konusunu ele alır. beni tanıyanlar bilir, ödevlerden hiç hazzetmem. o sebeple biraz baştan savma yazmış olabilirim kabul ama yerin dibine batırılıp batırılıp çıkartılcak kadar da kötü olmadığını düşünüyorum hala.
photo by çiğdem zincirli

Yorgun

Saat gece 12'yi geçip kediler bile yuvalarına çekildiğinde Akvezir Çıkmazı'nda uyanık kalan çok az şey var. Limon sarısı boyalı dört katlı binanın yaşlı temelleri, çöpleri karıştırıp yiyecek arayan dilenci ve sokak lambasının yorgun, ölgün ışıkları. Limon sarı boyalı dört katlı binanın yaşlı temelleri gıcırdayıp yıllardan şikayet ederken, gecenin karanlığını delen tek ışık sokak lambasından yayılıyor.

Yıllardır geceyi şahit olunabilir kılmış olmanın yorgunluğunu taşıyor sokak lambası. Onun, önünde sinekler ve kelebekler uçuşan gözleri, ne sokak kavgalarına, ne ölümlere, ne düğünlere şahit oldu. Sokak lambası şimdi bir yetmişlik dede kadar hayata hakim, bir o kadar hayattan uzak. Yılların kazandırdığı tecrübeye ve gitgide zayıflayan bir hafızaya sahip. Bir gün, artık iyice zayıflayan elektrik kablolarının gözlerine ışık taşımayacağının bilincinde fakat bunu dert etmiyor. Tek üzüldüğü parlak, cakalı, genç lambaların onun yokluğunu fırsat bilip küstah gözlerini Akvezir Çıkmazı'na dikecek olması. Bu sokak bile olamamış yerde insanlar, hayvanlar, arabalar, çöp kutuları, bahçe çitleri ve daha pek çoğu, geceleri loş bir ışıkla aydınlanmaya alışık. Göz alan, insanı rahatsız eden, gecenin sadece karanlığını değil mahremiyetini de yırtan ışıklara yabancı bu çıkmazın sakinleri.

Bu mahremiyet meselesinden başka kafasını yoran bir şey de yok. Artık umursamıyor sokak lambası, ne etrafında dönen pervaneleri, ne dibine dökülen çöpleri...

28 Şubat 2012 Salı

sur içi projesi


hani diyordum ya sadece arabalara değil bana da bir gps cihazı lazım diye, baktım onların fiyatlarına çok saçma geldi, bende bir güzel harita aldım kendime :)
tabî ki her türk gibi önce kendi evimi buldum ve işaretledim haritada. sonra ikinci adresim eski kafa ve takiben sevgili tiyatrom reşat nuri, okulumun olduğu yer, vefa bozacısı, özel ders öğrencimin evi, spor salonu, buz pisti ve sık gittiğim muhtelif yerler. haritam katlanınca çok pöti çok şirin. hep çantamda gezdiriyorum, hiç kaybolmuyorum.


yeni yerler keşfetmek istediğimde haritamı çıkarıp kestirme yollar buluyorum. bütün camiler, kiliseler, havralar, müzeler, kütüphaneler ve daha neler neler var haritamda. havalar biraz daha güzelleşsin fotoğraf makinamı alıp her gün ayrı bir mahalleyi keşfe çıkacağım. ayvansaray ve balat özellikle merak ettiğim yerler. tabi keşfe çıkmadan önce gezeceğim yerlerle ilgili bilgi toplamayı düşünüyorum hatta istanbul'u anlatan bir gezi kitabı bile alabilirim. sonraa o fotoğraflarla bilgileri kendi tecrübelerimle harmanlayarak "sur içi projesi" adı altında sizlerle paylaşacağım. ne güzel dimi? :)

eğitimde reformmuş! pabucumun reformu!


zorunlu ve tek elden eğitim zaman kaybından başka birşey değil bence. 8+4+4 yıldan 16 yıl eğitim aldım. hadi üniversiteyi ayır bir kenara o 12 yılda bana öğretilenleri ben sıkıştırılmış bir biçimde 3 yılda hadi en fazla 4 yılda öğrenirdim. çocukluğumun en güzel yıllarını sabahın köründe kalkıp okula giderek heba ettim. okul denen o saçmalık olmasa şuan fazladan birkaç dil bilebilirdim. profesyonel olarak yaptığım spor dalları, çaldığım enstürmanlar olabilirdi.

şurası çok açık bir şekilde gerçek ki 30 kişilik sınıflarda(ki bu iyimser bir sayı) herkesin kavrama süresi aynı olmadığı için eğitim ciddi anlamda yavaşlıyor. ben okumayı söktüm sonra sınıf okumayı öğrensin diye bekledim. toplama işlemini anladım ama sınıftan 3 kişi anlayamadı diye kıymetli saatlerim günlerim bu aptal saptal şeylerle harcandı gitti. okula gidip sıkıntıdan patlayıp döndüğüm günleri ben biliyorum.

eğitimin birleştirilmesi kadar idiotik bir uygulama daha olamaz. eğitimin özelleştirilmesinden, kişiye özel olmasından yanayım. herkesin maddi durumu buna elvermeyecekse yine isteyen çocuklarını devletin açacağı örgün öğretim kurumlarına göndersin ama ben çocuklarımı özel olarak eğitmek istiyorum. m.e.b ne kadar reform yaparsa yapsın benim vereceğim kalitede bir eğitim veremez, bundan da adım kadar eminim.

27 Şubat 2012 Pazartesi

hep isterim hiç yapmam

bu aralar o kadar çok şey istiyorum ki sevgili okuyucu, istediklerime ne zaman yeter ne para.

mesela bir röportajlar serisi yapmak istiyorum. saygıdeğer hocam ömer öztop'un vefatından sonra kafamda şekillenmiş bir proje. benim kıymetlilerimi herkes tanısın bilsin istiyorum. şimdiden 7-8 kişi var kafamda netleştirdiğim.

sonra okuduğum kitaplarda beğendiğim bölümleri paylaşacağım bir kitap projesi var ki en azından sonra dönüp hatırlayayım hem insanlık adına ufak da olsa bir fayda sağlayayım diye.

henüz kurmayı beceremediğimiz mezunlar derneğimizle lise son öğrencilerine rehberlik etme adına yapmak istediğimiz bir meslek tanıtım günleri projesi var. uygulamaya geçirebilirsek çok büyük yankı uyandıracağını ve acayip faydalı olacağını düşünüyorum. bunun alan seçimiyle ilgili bir adım önce geleni de var tabi.

istanbul'da yaşayıp hiçbir yeri bilememekten had safhada rahatsızım. sabah evden çıkıp turistik yerlere gideyim turistlere gönüllü rehberlik edeyim, hem ingilizcem gelişsin hem farklı kültürlerden insanlar tanıyayım istiyorum.

erken kalkabilmek, okula her gün gidebilmek istiyorum ama geceleri yatmak bilmiyorum, geceleri seviyorum.

buz pateni çok keyifli bir spor. hatta spordan çok eğlence. haftada bir günümü ona ayırabileyim istiyorum.

üyelik parasını önden ödediğim spor salonuna gitmekten aciz kalmayayım istiyorum.

türk edebiyatı vakfı'nın çarşamba derslerine, divan edebiyatı vakfı'nın keyfiyet sohbetlerine katılayım, zihnim açılsın, içim açılsın istiyorum.

üsküdar musiki cemiyeti meşk korosuna katılayım, aşk olmazsa meşk olsun istiyorum.

bütün bunlara yetecek zamanı bulayım onun üstüne takip ettiğim 10'dan fazla dizinin yeni bölümlerini izleyebileyim, okunmak için sırada bekleyen kitaplar yığınını eriteyim hatta yemek yapmaya, çay muhabbetine, ekstra bir dil öğrenmeye de vaktim kalsın istiyorum.

çok şey mi istiyorum sevgili okuyucu sen söyle



19 Şubat 2012 Pazar

AVM'lerde Altın Kurallar!

Daha önce kendi tecrübelerimden yararlanarak derleyip, twitterda yayınladığım maddeleri siz sevgili bloggerlar için burada da paylaşıyorum. Aynı yanlışlara düşmemeniz dileğiyle :)

Devasa bir AVM'de alışveriş yapılırken dikkat edilmesi gereken ALTIN KURALLAR

1. Eller poşetlerle doluyken tuvalete gitmek (ki öncesinde tuvalet arama süreci var) iyi fikir değil. Alışverişe başlamadan hallet o işi.

2. Aksesuar gibi yükte hafif pahada ağır parçalarla alışverişe başla. Saatlerce hamallık etmeye gerek yok.

3. Kırtasiye ve mutfak eşyaları mağazalarında çıldıracak gibi olma. Çeyiz hazırlamak için çok erken, öğrenci olmak için çok geç.

4. Alışveriş merkezlerinin kışın bile çok sıcak olduğunu unutma, öyle eskimolar gibi giyinme!

5. Alışveriş bitmeden yemek yeme, rehavet çökmesin, heyecan yarım kalmasın ;)

6. İkea'ya girip yontulmuş odunların ne kadar pahalı olduğunu gör ve kendi odununu kendin yont! Odun deyip, öküz deyip geçme :)

7. Bir yorgunluk kahvesi içerken, fişlerdeki rakamları topla ve incir ağacının boyutlarını hesapla.

8. O kadar çanta ve poşetle toplu taşımaya binmeye kalkma, taksii! de, o da yolcuu! desin alsın seni, kaderine razı ol.

9. Her şeyden önemlisi akıllı ol, adam ol, hafta sonu alışverişe çıkma!

Bunun birde kitapçı ve kitap fuarı versiyonu var ama korkuyorum yayınlamaya :)

hay bin cehalet


Lisedeydim sanırım. Bir dil olarak Arapça’ya merak sardığım yılların ilkiydi. Arapça’da kelimelerin erkek yada dişi oluşuna göre değişmesi bana çok ilgi çekici geliyordu. Muallim-muallime, katib-katibe gibi kelimenin cinsiyete göre –e eki aldığını öğrenmiştim. Bu durumda bana kalırsa İmam kelimesinin dişiyi ifade eden şekli “İmame” olmalıydı. Dolayısıyla bu yeni buluşumu cümle içinde kullanma heveslisiydim.

Bir gün annemle günlük muhabbetlerimizden birinde konu Hz.Aişe’ye gelmiş ve bende çok bilirmiş gibi “o dönem kadınlarının imamesiydi bence” demiştim. Annem gülmekten yerlere yatmış bense sebebini anlayamamıştım. Uzuuuunca bir süre güldükten sonra imame neye denir biliyor musun benim saf kızım, tesbihin başındaki kısma denir demiş ve gülmeye devam etmişti. Çok bozulmuştum ancak bilmediğini bilmek şerefine erişmiştim neticede.

Sonra düşününce İmame kelimesinin benim düşündüğüm anlama neden gelemeyeceğini kendi yorumumla şöyle açıklamıştım. İmam kelimesi “emame” yani “ön” kelimesinden menşeili olup önder anlamına gelir. Kadın önder gibi bir şey söz konusu olamayacağına göre, Arapça’da İmame kelimesinin karşılığının benim düz mantık yürüterek bulduğum anlam olmaması da gayet doğaldır.

H.K.Ş
13.01.12

Vapur

Gerçek İstanbul’da yaşamaya başlayalı beri vapur sevdalısı oldum, hoş istemesem de mecburdum ya neyse.


Mesela dubalar var denizin ortasında, ölesiye yalnız ve başıboş görünüyorlar. Halbuki onların ayakları bizimkilerden daha sağlam basıyor yere. Ağaçlar gibi, hayattaki dönüm noktaları gibi. Biz dönüp dolaşıp geçiyoruz aynı yerlerden, onlar hep orda.

Sonra telaşlılık var. Vapura geçilen bekleme salonunun kapıları açıldığında insanların sanki ipi göğüsleyecekmişçesine, atlet misâli koşmaları var. Ben hiçbir vapurda ayakta kalan olduğuna şahit olmadım. Bu acele, hırs neden?

Martılar eşlik ediyor vapurlara Boğaz’ı geçerken. Bir geri dönüp bir ileri uçsalar da ne gerisinde kalıyorlar, ne ilerisine geçiyorlar. Kıyıya yanaşırken kanat çırpıp şimdilik hoşça kal diyorlar.

Vapurların kıyıya yanaşma sahneleri öyle hüzünlü ki. O koskoca geminin iki naylon halatla esir tutulabilmesi. Bir de bütün iskelelerde, vapurlarda hep aynı yeşil halat fakat neden?

Bir de Marmara Adası’ndan İstanbul’a dönüşümüze dair güzel bir anım var. 4 günlük huzur dolu bir tatilin ardından şehrimize dönüyoruz. Arabalı vapur kıyıdan uzaklaşırken bir yerlerde son ses Barış Manço’nun “Müsadenizle Çocuklar” şarkısı çalıyor. Vapurdakiler kıyıdakilere, kıyıdakiler vapurdakilere el sallıyor, tâ ki şarkıyı duyamaz, birbirlerini seçemez oluncaya kadar. Tanımadığımız insanlara en son ne zaman coşkuyla el salladık sanki bir yakınımızı kıyıda bırakmışçasına?

H.K.Ş
16.02.12