27 Ekim 2013 Pazar

haberler

yine aylar süren bir ayrılığın ardından beraberiz. varya aslında tam da yazmak istiyor gibi değilim. yani hem yazmak istiyor hem de istemiyor gibiyim o yüzden pek bi kararsızlıkla başladım ama istekliliğim daha fazla galiba.

özet geçiçem; ben nişanlandım. çok ani oldu dimiiiii. heheh evet öyle yaparım ben işte. durup durup şaşırtırım insanı. valla aslında anlatılacak bir şey yok. ben yine her zamanki gibi alalade takılırken birden karşıma çıkan dünyanın en güzel insanına hakkım olmamasına rağmen evlen benimle dedim. o da hayır demedi. yani aslında evet de demedi ama ben evet olarak düşünmek istedim ki ailesini istanbul'a çağırması ve ikimizin de istemediği pek merasimli şekilde yüzük takılan bir nişanın yapılmasının ardından artık cevabı evet olarak algıladım. bu konuda yorumlarınızı bekliyorum. cevap sizce de evet mi?? heheh

onun dışında ilacı bıraktım, işi bıraktım, okul hayatına geri döndüm falan. hayat bağzan çok tuhaf, insan gerçekten hayret ediyor. tabi bide gezi parkı macerası atlattık bu arada. o da çok enteresandı. hala ne düşünülmeli, nasıl algılanmalı diye soruyorum fakat kesin bir cevap bulabilmiş değilim. net olan tek bir şey var. bu olaylar yıllardır dost bildiğimiz insanların aslında nasıl da ikiyüzlü arkandan konuşan sinsiler olduğunu ortaya çıkardı. bilen bilir arkadaş çevrem genelde sol tandanslı gruplardandı. kısmen zeki ve özgürlükçü insanlar olduklarını sanırdım ama bu olaylar neticesinde büyük bir kısmının gözünde hala nasıl da parya nasıl da "hıhı evet canım siz de haklısınız" olduğumuzu gördük mü??

gördüüüüüüüüüüüüüükk. peki buna rağmen hala salak gibi iyi niyetli olmaya çalıştık mı?

eveeeeett. bizde de var bi gerizekalılık ama iyi niyetlilikten. allah gezizekalı olmaktan korusun.

bu yazının seviyesini bu derece düşürmeme sebep olacak kadar sinirlerimi bozan beyinsizlere selam olsun. ulan nişanlandık ağız tadıyla hayattan keyif alamıyoruz lan! bi kere de önümüze çıkmayın. saygı duymanızı falan beklemiyorum ama artık aşağılamayın, en azından yokmuşuz gibi davranın. vallaha sevinecem!


bu arada tekrar asıl konuya dönersek ben nişan yüzüğü olarak düz pırlanta istemiyordum. çok pahalı olmasının yanı sıra bana çok sıradan geliyordu. safir ise hem asil durması hem ucuz olmasından mütevellit hayatımın aşkıydı. dolayısıyla gidip kapalı çarşıdan şu ortadaki yüzükten aldım. tabiki benimkinin taşı o kadar büyük değil. tabiki etrafındaki taşlar pırlanta değil swarovski ama çok beğenerek aldım. neyse ertesi gün okula giderken taktım bi heves. okulda kızlar görünce aaa kate middleton'ın yüzüğü dediler. halbuki ben ne bi yerde görmüş ne duymuştum safir yüzük taktığını. sonradan bakınca öğrendim ki prenses diana'da safir yüzük takmış. yani anlayın ki ben de kraliyet zevki var!

evet bu konuda da anlaştıysak sizin yorumlarınızı alalım. düz pırlanta mı yoksa renkli taş mı, tam tur mu tek taş mı? sonuçta artık nişanlı kızım. blogda da bunlar konuşulcek. yok artık öyle şunu okudum şurayı gezdim yazıları! ehehe şaka lan şaka, üşenmezsem yine yazarım.. bide alyans tavsiyesi fln verirseniz sevinirm :p



14 Mayıs 2013 Salı

cipralex günlüğü


Neredeyse 2 ay oldu antidepresan kullanıyorum. Hayatımda ilk defa oluyor bu. Daha öncesinde uyku ilacı bile kullanmışlığım yoktu. Bırakın onu antibiyotik bile içmezdim. Genel olarak ilaç düşmanı bir ailenin çocuğuyum ama gel gör ki son 1 yılda vücudum koccamaan bir ilaç kutusuna dönüştü. İki haftada bir antibiyotik kullanmamı geçtim 3 aylık psikoterapi sonucu artık ilaç kullanmadan ilerleme kaydedemeyeceğim bir hale geldim. Kronik depresyondan muzdarip bünyem aşırı halsizlikten mahvolmuştu. Uyuyup uykumu alamamaktan, bulduğum her köşede sızmaktan, 2 adım yürüyemeyecek kadar kendimi mecalsiz hissetmekten ve sürekli her şeye sinirlenip, her şeyden nefret etmekten ilallah dedim.

Sonuç olarak doktorumun da tavsiyesiyle Cipralex kullanmaya başladım. Daha ilk 2 günden etkisini hissetmeye başladım. Vücudumdaki sebepsiz ağrılar, sürekli yorgunluk hissi, sabahları uyanamama problemi ilk haftadan azalmaya başladı. Sürekli tatlı şeyler yemeye duyduğum istek ortadan kalktı. Yine canım tatlı istiyor ama eskisi gibi günde 4-5 çikolata yemiyorum. Tabi bunun aşırı takık olduğum kilom üzerinde de pozitif etkisi oldu. Yavaş yavaş kilo veriyorum. Spor yapmadan kilo verilmez diye bas bas bağıran ben spor yapmadan kilo veriyorum. Daha ilaca yeni başladığım zamanlardaydı, ev arkadaşlarımdan biri nasıl hissediyorsun diye sormuştu. Biraz düşününce verdiğim cevap şu oldu. Hayat güzelmiş lan! Hakkaten hayat güzelmiş. Yani ben her şeyi bir mutsuzluk perdesi arkasından görüyormuşum. Hayatımdan ve kendimden nefret etmekle hem vaktimi hem kendimi tüketmek yaşamımın özeti olmuş. Tabiki ilaç etkisi altındaki bu sahte mutluluğa çok bel bağlamıyorum ancak gerçekten hayatta güzel şeyler olabileceğini hatırladım tekrar. İki yanında ağaçlar dizilmiş bi yoldan aşağı inerken gözlerimi kapatıp derin bir nefes çekip içimde tutmak ve nefes almanın güzelliğini hatırlamak gibi. Güneşin altında sereserpe uzanmış patilerini yalayan bir kediyi uzaktan görüp kocaman gülümsemek gibi. Düşük, yüklemi, öznesi kayık cümleler kuruyorum. Aslında şu an iş yerindeyim ve biraz da aceleye geliyor ama bu yazıyı neden yazmak istediğimi söyleyeyim. 2 gün Üsküdar'daydım. İlacımı yanıma almayı unutmuşum. Sadece 2 gün ilaç içmedim ve o korkunç sürekli uyuyayım, hayat berbat bir şeydir mottom hemen geri döndü. Buradan da anlıyoruz ki iyileşmiyorum, sadece oyalanıyorum. Bunu da doktorcuğumla konuşmam gerek. Kızacak muhtemelen ama yapcak bişey yok.

Neyse, sakin kalalım, esen kalalım canlar...

7 Mayıs 2013 Salı

Aksaray'da komşuluk ilişkileri

Evet gençler artık iyice kafalarımı yediğim için bu noktadan sonra paylaştığım yada yazdığım her şey hükümsüzdür. Yani bence okumayın. Ben olsam okumazdım. Ama eğer okursanız da sorumlu değilim yani sonra gelip vay efendim sen bizim piskolocimizi bozdun diye bana kızmayın. Hazırsak başlıyorum.

Bizim çok enteresan karşı komşularımız var. Hassas birer kedi, ürkek birer güvercin olan naif ev arkadaşlarımın dünyasını karman çorman ediyorlar. Ben biraz daha alışığım böyle durumlara sanırım beni pek öyle etkilemedi ama çok enteresan geliyor tabi. (Sonuna kadar bozuk cümlelerimden hala sıkılmadıysanız sizi sabır taşı bölümüne alıyorum)


Bu arkadaşlar benim çorap üstüne iki patik giydiğim kış günlerinde de cama, balkona böyle çıkıyorlardı. Muhtemelen yabancılar ancak nereli olduklarını çözebilmiş değiliz. Sigara içerken camdan cama birbirleriyle muhabbet ediyorlar. Konuşmalarına dikkat ettim Arap, Kürt, Alman, İngiliz, İspanyol yada İtalyan değiller. Tam da bu yazıyı yazarken ev arkadaşlarıma danıştım. Geçenlerde bir tanesini üstünde Kazakistan tişörtüyle görmüş. Ama çok enteresan abiler. Evde kaç kişi yaşıyolar bilmiyoruz ama perdeler sürekli açık olduğu için gördüğümüz kadarıyla 6-7 var. Hepsi de vücutlu mücutlu ve arkadaşım! hep mi cama yarı çıplak çıkılır! Yav sıkıldık sizi görmekten. Nedir bu rahatlığın menşei.

Sonuç olarak gayet sıradan bir öğleden sonra mutfakta oturmuş çay içip dizi izlerken kafamı cama çevirmemle günüm renkleniveriyor!

O değil de bunları aynı odanın içindeyken camdan sarkıp birbirleriyle konuşur görünce aklıma lisedeyken aynısını yaptığımız geliyor :) Aynı sınıfın içinde camlardan çıkıp birbirimizle konuşurduk. Ne malmışız, ne tatlıymışız yaa...

Bir de bunların üstünde oturan Azeri bi kadın var. Tam bir mahalle karısı tam bir ağzının ortasını yırtarım senin sürtük! denilesi insan. Yaptığı türlü türlü terbiyesizlik vardı ama en tuhafı şuydu. Bir akşam kızlarla yemek yemek üzere sofraya oturmuşuz, perde kapalı ama küçük bir kısmı açık kalmış. Bu sırada da kadın bizi dikizliyor o aralıktan. Kızlardan biri bu durumu fark edip rahatsız oldu ve perdeyi sonuna kadar çekti. Vaaay efendim bir biz mi namusluymuşuz, perde çekmekle namuslu mu olunurmuş, biz neler neler yapıyormuşuz da perdesi mi eksikmiş. Kafamıza perde mi takmıyomuşuz, yani tam bir çingene. Bütün sokak ayağa kalktı herkes camlara çıktı, tabi kadın bizden tepki bekleyerek yapıyor bunu, sinirler bi gerildi ama yemeğimize devam ettik, o da biraz daha söylenip sustu, bütün mahalleye rezil olduğuyla kaldı. Çok da güzel oldu, çok da iyi oldu. O zamanlar karşımızda bu baldırı çıplaklar değil Ömür Teyze diye çok tatlı tontiş bir teyze oturuyordu. O da daha sonra camda karşılaşınca boşverin siz onu kızlar, Allah'ından bulsun falan demişti. 

O değil de Aksaray'da oturuyoz baya bildiğin sayın okuyucu, bildiğin Aksaray'da oturuyoz!

23 Mart 2013 Cumartesi

Kuzguncuk'ta keşifler keşifler

Bu aralar çok pis bir alışkanlık oluştu bende. Evde yazamıyorummm!! Yani her şey mükemmeldi bu sabah mesela. En rahat eşofmanımı giymişim, taze adaçayını mis gibi demlemişim. Ayaklarım sıcak, sırtımda hırkam fln. Her şey benim rahatça yazımı yazmam için hazırlanmış gibi. Lakin gel gör ki yazamıyorum. Odaklanma konusunda çok ciddi sıkıntı yaşıyorum ve tam bunu noktada "God created cafes!". İnsan ve müzik uğultusundan geçilmeyen kafe ortamlarında ise gayet muntazam odaklanıp, hızlı hızlı yazabiliyorum. Bu nasıl iş şimdi? Baktım olacak gibi değil, hazırlandım çıktım. İcadiye'den Kuzguncuk'a 20 dakikada yürüyerek indim. Bu kadar yakın olduğunu hiç fark etmemiştim. 40 dakika fln yürürüm herhalde diyerek çıkmıştım evden. Sürpriz oldu, hoş oldu. 

Yolda inerken solda, çıkarken sağda bir kilise var. Boş zamanda inceleneceklere ekledim. Bir de sahaf mezatı keşfettim. Kuzguncuk Sahaf'ta Cumartesi günleri saat 14:00 ila 18:00 arası kitap mezatı varmış. Ben saatini kaçırmışım ama bir daha ki sefere kesin uğramalık. Bu arada Fatih Kırmasti'de Yeni Kitapevi'nde aynı şekilde bir mezat var. Pazartesi Perşembe günleri 17:00 ila 20:30 arası. İlgililerin bilgisine. El yazması kitaplar 3-5 liraya satılıyor, açık arttırma işi.

Sonraa Pita Kuzguncuk'u gördüm. Bu fotoğrafı ben çekmedim. Bu siteden aldım. Çok şükür hala fotoğraf işine bulaşmadım. Kesinlikle benim yazabileceğimden daha iyi bir tanıtım yazısı olmuş. Geleneksel mekan tanıtma rutini olarak fiyat listesinde gözüme çarpanları söyleyeyim. En pahalı yemek zeytinyağlı enginar 8 lira. 4 çeşit zeytinyağlının olduğu tabak 14 lira. Hani hep hayıflanırsınız, her yer kebapçı, lahmacuncu, hiç mi sağlıklı bir şey yiyemeyeceğiz biz diye, var işte. Ama teee Kuzguncuk'ta :) Çay 2,5 lira. Emek harcanmış bir yer. Buram buram hissediliyor. Karnım aç değildi o yüzden tatlı yedim :D Elmalı crumble. Fena değildi. Üstüne o muhallebiyi dökmeseler daha hoş olurmuş. Hatırlarsanız zamanında ben de bir crumble yapmış idim, şeftalili. Yani benimki daha iyiydi desem yalan olmaz. Ama ben aşırı güzel yapmıştım o yüzden bunu bir ölçü kabul etmeyin. 



Tabi Pita akşam 8'de kapandığı için Sitare'ye geçtim. Orası da güzel, sakin kafa dinlemelik bir yer.


Bu fotoğrafı da şu siteden aldım. İnsanlar güzel güzel yazmış, fotoğraflamış, okuyun bakeyim :) Ekleme yapacak olursam, fiyatlar orta karar. Bir çay 2,5  Americano 6 lira. Karnım çok tok olduğu ve tatlıyı da Pita'da yediğim için lezzeti hakkında bir şey söyleyemiyorum ancak menüde en pahalı kalem dana biftek 25 lira, bir de kahvaltı tabağı 25 lira ki bence fazla. Açık büfe olsa neyse diycem. Gerçi kahvaltı tabağına sınırsız çayı da dahil etmişler. O noktada affettim hadi. 

Böyle böyle deeeerken ben tam yazımı yazacaktım ki erkek kardeşim beni almaya geldi ve yazamadım. Sonuç olarak günümüze şöyle bir baktığımızda kafe kafe sürtmüşüm fakat elde var sıfır. Aferin kübra, otur, sıfır. (Bu cümle hayatımın özeti olabilir. Hatta dur, ben bunu twitter'a da yazarım)

Son olarak bu yazı yazma işine açıklık getirmek istiyorum. Pek saygıdeğer 34 okuyucum ve bilemediğim anonim arkadaşlar, bu blog gevezelik etme yerim olup, yazı yazdığım fakat adresini bir sır gibi sakladığım başka bir blog daha var. İnşallah zamanı gelince halka da arz edeceğizdir. Selametle...

pis mikrobun teki olabilirim ama takıntılarım var


Genel olarak öyle çok temiz bir insan sayılmam, hatta çoğu insana göre pasaklı bile sayılabilirim. Anneme göre aşırı pisim. Mesela dışarıda çantamı yere koyup sonra eve geldiğimde yatağımın üstüne atabilirim, o derece. Hatta bir ara bir çantam vardı, çok ağır olduğunda direk arkamdan sürükleyerek taşıyodum. Arkadaşlarım isim bile takmıştı. “Sürüngen”. Çok da sağlam bir çantaydı, peşim sıra sürüklendi epey uzun bi süre ama aşınma emaresi bile göstermedi.

Neyse, sonuç olarak temizlik hastası olarak bilinen bi insan değilim ama bazı takıntılarım var aşamadığım. Mesela evde ayakkabıyla dolaşılması. Bu temizlik durumundan değil de ayakkabılardan hazzetmemem ve yaz kış çıplak ayak dolaşmamla da alakalı olabilir ama geçen gün bi arkadaşımın evine gittim (ayakkabıyla gezilen evlerden) I-ıh sevmiyorum. Kesinlikle çok rahatsız bir şey. Benimla değilsin “ayakkabıyla dolaşılan ev”

Bir de mutfak konusunda çok pis bir hassasiyetim var. Tezgahların üstünde en ufak bir damla dahi olmasın istiyorum. Ocak hep bal dök yala derecesinde temiz olmalı. Dolayısıyla kızartma olayını da sevmiyorum, her yer yağ vıcık vıcık bide çıkmaz pöfff!

Bide yatağımda yatılması konusu var. Bu yatacak olan kişinin temizlik derecesiyle alakalı değil. Eğer sevdiğim biriyse isterse 1 aydır yıkanmamış olsun, yine de rahatsız olmam ama sevmediğim biriyse yeni duş almış olsa bile yatmasın yatağıma piss nalet! Aynı durum bardak çatal tabak paylaşma mevzusunda da geçerli. Ben ki arkadaşlarımla aynı dondurmayı yalayabilen insanım, tiksinmek kitabımda yok ama sevmediğim biri çatalının ucuyla yemeğin tadına baksın hele tabağı olduğu gibi çöpe atasım geliyor.

Üniversite yıllarım boyunca yurtta kaldım ve çok değişik bir sürü oda arkadaşım oldu. Bunlardan biri acayip titiz, düzenli bir kızdı görüntü itibariyle. Yani temizlik yaptığında sandalyeyi ve masayı çekip altını süpürmeden ne kadar titiz olunabilirse... Ama görüntü düzenli olmalıydı kesinlikle. Ders çalıştığımda kitap defterleri belli bir sırayla açık ve üst üste bırakırım ki çalışmaya döndüğümde kaldığım yerden devam edebileyim (bazen 3 gün sonra çalışmaya dönebilirim ama olsun) Ve her seferinde bu çok düzenli arkadaşımız benim masamdaki bütün defter kitapları üst üste dizip kalemleri kalemliğe yerleştirip odayı toplardı! O kadar sinir oluyordum ki bir gün dayanamadım patladım ve o da benim dağınıklığımla ilgili doluymuş meğersem, o da patladı. Sonuç olarak masamın dağınıklığını umursamaması ve benim odanın kalanını daha toplu tutmaya çalışmam konusunda anlaştık. Yani size göre düzensiz olabilir ama bana göre orada da bir düzen var. Bir rahat verseniz lütfen!

Yani demem o ki temiz değilim evet, ama takıntılıyım. Benim bu takıntılarımı bilmeyip sonra sinirlendiğimde “amaaaan çok da temizlikten anlarsın ya zaten hemen sinirlen pis oldu diye” cevabını verenlerin suratına bi taane patlatasım geliyor. Çok mu aşırı? Evet. Ama ben böyleyim yani naapalım. Beni böyle sev! :P

16 Mart 2013 Cumartesi

Bin Pişmân

Üzerine sifon çektiğim nice balıklar var,
geceleri kabuslarımda beni kovalayan
ve bir çarmıh misali ruhumu geren korkular...

Kaç defa tövbe etmem gerek atmak için bu acıyı içimden,
kaç kez karşılaşmam gerek hatalarımla,
önümde heyulâ gibi yükselen bu duvarla...

Balıklar canlanır mı pişman olsam,
dönerler mi akvaryumlarına?
Bu kanalizasyon patlağı nasıl temizlenir hayattan?
Tövbe kapısı, ihtiyaç kapısı, neden görünür değil bana?
Neden tövbelerim hükümsüz,
bir toplama işlemindeki sıfır kadar...

Hüviyetsizleşmek böyle bir şey demekki.
İç acıtan, omurganın kırıldığını sanmana sebep olan...
Kaçmak yok, yüzleşmeye devam,
Dahasına yüzüm kalmayana kadar...

26 Şubat 2013 Salı

hızla geçen zamanın ardından




Her şey birden çok hızlı ilerlemeye başladı. Facebook ve twitter sayfamda önce tek taşını paylaşan kız arkadaşlarım, sonra nişan fotoğrafları, bol bol sim ve parlak taşla bezenmiş kıyafetler, aradan çok uzun bir süre geçmeden nikah tarihinin ilanı, davetiyeler, düğün fotoğrafları, aynı evde yaşamanın keyfiyle çekilen "beraber kahve&çikolata keyfi" fotoğrafları, karda yuvarlanırken çekilmiş fotoğraflar, beraber gezerken fotoğraflar, bir süre sessizlik sonra birden hamilelik ilanı, hayırlı olsunlar, hamilelik süresince duygusallığın ortalığa dökülmesi, bu esnada başka arkadaşların bir çığ gibi büyüyerek devam eden söz ve nişanları, sonra o güzel bebeklerin fotoğrafları, küçük ve sevimli bir aile pozu, çekirdek aile saadeti, bir süre sessizlik, arkasından bebeğin gazı yahut uyumamasıyla ilgili serzenişler, günden güne büyüyen bebeklerin fotoğrafları, o çok aşık olunan adamın fotoğraflarının artık neredeyse hiç görülmemesi, hep çocuk fotoğrafları, çok tatlı bitanecik kuzucuk fotoğrafları, olmayan "beraber kahve&çikolata keyfi", her akşam izlenen NTVspor, kendinle alakalı daha az fotoğraf, sonra daha da az, sonra sadece çocuklarının fotoğrafları, çünkü evet, artık 2 tane oldular...

Hayat böyle böyle akıp gidiyor. Paylaştıkları kadarıyla gördüklerime içim gidiyor. Ne saadet! Ben hala yalnız ve bağımsızım ama mutlu değilim. Hafta sonu kafama esince bilmediğim bir şehri gezmeye gidebilirim, akşam 9 seansında film izleyebilirim, bütün bir günü avare avare sokaklarda dolanarak geçirebilirim. Arkadaşlarımla her daim buluşabilirim. Kimseyle birlikte plan yapmak yahut planımı kimseye uydurmak zorunda değilim. Bir akşam ansızın karar verip ertesi gün işi bırakabilirim. Kendime daha çok vakit ayırabilirim. Kitap okumayı, dizi izlemeyi ritüel haline getirecek kadar abartabilirim. Yalnız kaldığımda çok sessiz ama çok sessizce ağlayabilirim. Kimseye itiraf edemem ne kadar bunaldığımı, nasıl da içinden çıkılmaz bir kuyuya düştüğümü. Facebook'ta mutlu insan fotoğraflarına bakıp onları sıradan bulup sonra sıradan olmayan hayatıma ve anormal hallerime ağlayabilirim.

Bazen o hayata imrendiğimi zannediyorum. Sonra kaldırılmayan klozet kapakları, uykusuz geceler, diş çıkarma sancısı, hastalıklar, herkesle ilgilenirken kendinle ilgilenmeyi unutma halleri geliyor aklıma. Acaba sadece sevmek uğruna bunca acıya değer mi diye düşünüyorum. Çünkü bu meselenin aslı hiç bir zaman sevilmek olmadı. Çünkü hiç bir eş, hiç bir anne asla sevdiği kadar sevilmedi. Mevzu bahis sadece sevilmek olsaydı ailelerimizin yanından asla ayrılmamamız gerekirdi, ne de olsa kimse onlar kadar çok sevemeyecek bizi. Ama ya sevmek... Yorgun ve umutsuz hissediyorum bazen kendimi. Bir kedi alsam mesela, onu çok sevsem, yetmez mi?


24 Şubat 2013 Pazar

limonlu bahçe

Bugün muhteşem bir hava vardı ve ben yeni bir yer keşfettim. Çok tatlı bir mekândı, anlatmadan duramayacağım. Hem böylece yazmam gereken bir başka yazıyı ertelemek için bahanem de olmuş oluyor.

Yine günlerden bir pazar günü ve ben avare avare İstiklal'de dolanıyor iken her zaman gittiğim kafenin tıka basa dolu olması sonucu yeni bir yer arayışına çıktım. Aslında Boğaz manzarası olan bir mekana gitmek istiyordum ama Galatasaray Lisesi'nin yanından Karaköy'e inen sokaklardan birinde Limonlu Bahçe diye bir tabela gördüm ve artık oraya girmek bana farz olmuştu.

Giriş kısmı çok tuhaf, sanki yanlış bir yere gelmişsiniz izlenimi veriyor, yok burası değildir canım diyorsunuz, ama vazgeçmeyin o koridorlardan arka bahçeye çıkın. Şehrin ortasında bir sayfiye yeri, ciddiyim. Dekoru hoş, daha çok ahşap malzeme kullanılmış. Her yerden yeşillik fışkırıyor ama öyle saksıda yeşillik gibi değil. Cidden bahçeye çıkmış hissediyorsunuz. Zaten kapalı olan kısmın içinden de bir ağaç geçiyor.

Yine tuvalette de kocamaaaaan bir ağacın gövdesine yaslanabilirsiniz bir yandan hacet giderirken, temiz miydi diye sorarsan; genel olarak temiz fekat elit insanlarımız hala klozet kapağını kaldırmayı öğrenememiş. Bir de kadın erkek aynı tuvalet, kötü. Hoş, oraları geçeli çook oldu dimi?

Garsonlar süper. Laubali olmadan samimi, saygılı. Öyle dakikada bir başına gelip rahatsız etmiyorlar ama artık alıştığımız garson tarafından görülememe sıkıntısı da yok. Müşterilerin geneli kalburüstü. Hatta ben kendimi köylü gibi hissettim biraz ve balığı çatalla yedim ama hiç kılçık yoktu, o yüzden ayıklama derdi de yoktu.

En önemlisi, lezzet noktasına gelirsek; iyi malzemeyle, hijyen koşullarına uygun ve özenilerek hazırlanılmış bir yemeğin kötü olma ihtimali yok. Ben kağıtta levrek yedim ve çok beğendim. Tabi kedicikler etrafımda toplanıp acıklı gözlerle bana bakarak hani bize dediler ama umursamadım, hunharca yedim. Normalde bir parça verirdim ama yerler o kadar temizdi ki balığın yağı leke bırakır diye korktum, o yüzden veremedim.

İkinci önemli unsur olarak fiyatlara gelirsek, öyle über pahalı değil ama kesinlikle ucuz da değil. Yani bir çay 4 lira bir çorba 10 lira, dolayısıyla bir çay çorba içerseniz 14 lira verip çıkıyorsunuz. Makarna ve salatalar da 13 ila 30 lira arasında değişiyor. En pahalı yemek kuzu incik; 45 lira. (yuh! evet, bence de yuh). Levrek de 26 TL. Çok azcık içim acıdı ama az. Ağır buğur misafir götürülür ancak, öyle bir yer.

Sonuç olarak hizmetten memnun kaldım ama her gün gelir misin dersen sevgili okuyucu, gelmem. Çünkü ben bir oturmaya bir demlik çay içen insanım. Aşağı yukarı 8 bardak desek, sırf çaya 32 lira veremem. Ama öyle arada kendimi şımartmak için gelirim, güzel bir yer. Siz de benim gibiyseniz mahalledeki kahveyi tercih edin, orada çaylar 50 kuruş, birini bitirmeden diğerini isteyebilirsiniz.

Şimdi biraz kötü bitiyor gibi oldu yazı, fiyatlardan falan bahsedince ama fotoğrafını koyuyorum, neden gidilmesi gereken bir yer olduğunu ben değil o anlatsın size.




20 Şubat 2013 Çarşamba

kadıköy'de kaybolmak


Kaybettiklerimiz hep en kıymetlimizdir ya, bazen kaybetmek gerekiyor sahip olduklarımızın değerini anlayabilmek için. Kendi değerimizi anlamak içinse kaybolmamız gerekiyor zaman zaman...

Bazı yerleri birden severiz, aşık oluruz, bazı yerler ise yılların alışkanlığıyla, farkına varmaksızın sevilir, derin bir muhabbetle..

Küçükken kaybolmayı severdim. Ama öyle bulunmamak üzere değil, küçük kayboluşlar. Gerçeklikten, sorumluluklardan, hayatın baskısından kaçmak için bir teneffüs gibi.. Böyle zamanlardan birinde Kadıköy'de saatlerce gezmiştim. 17 yaşımdaydım, kendimce özgürdüm. O zamanlar Kadıköy benim için çok büyük , uzak ve karışık bir yerdi. Bir metropol taşrasında, Tuzla'da doğup büyüdüğüm için Kadıköy'ün sokaklarının çokluğunu, kalabalığı, gürültüyü aklım almıyordu. Hem korkutucu, hem çekici bir yerdi Kadıköy. Bilmediğim sokaklara dalmış, balıkçıların, kitapçıların, antikacıların önlerinden geçmiş, esnafla muhabbet etmiş, bazen çıkmaz sokaklara sapmış, bazen aynı yerden defalarca geçmiştim o gün. Küçük kayboluşlar yaşamıştım ama biliyordum ki her yokuşun sonu deniz ve kaybolduğumu hissettiğimde denize inip yolumu bulabilirim, kendimi bulabilirim.

Denizi, yokuşu olmayan şehirlerde yönümü tayin edemiyorum, kayboluşlar küçük olmuyor, kendimi çaresiz, yorgun, bedbaht hissediyorum. Her yolun sonunun denize vardığı bir iç dünyam vardı eskiden. Kaybolmaktan ürkmüyordum çünkü yolumu tekrar bulabileceğimden emindim. Şimdi içim uçsuz bucaksız bir sahra, kayboldum, kendimi bulamıyorum.

Kadıköy'e gelince, o hala yerinde duruyor, benim uğrak yerim, daimi sevgilim. Lise yıllarımda insanların Kadıköy'ü nasıl olup da sevebildiğini bir türlü anlayamazdım, şimdi anlıyorum. Kadıköy'ü sevmesem de Kadıköy'den geçmeyen bir güzergah hayal edemiyorum. Defalarca geçmem bir daha Kadıköy'den desem de her seferinde kendimi rıhtımda buluyorum...

16 Şubat 2013 Cumartesi

müdavimlik


Müdavim Arapça’dan dilimize geçmiş bir kelime. Anlamı devam etmekte olan . Peki nedir müdavimlikteki çekici olan nokta? Aynılığın, tekerrürün sıkıcı sayıldığı ve tercih edilmediği, sürekli farklılığın arandığı bir zamanda yaşarken müdavimlik neyi ifade ediyor?

Her ne kadar farklı deneyimleri, yeniliği, hareketi, bereketi seven bir insan olsam da alışkanlıklara, eski’ye dair olan şeylere de vazgeçemediğim bir zaafım var, iflah olmaz bir müdavimim. Bir mekana gidiyorum ve garson ben istemeden çayımı getiriyor yahut “oooo hoşgeldiniz gözlerimiz yollarda kaldı, nasılsınız?” diyor ya, o an dünyada benden mutlusu yok. Bir yerde her zamankinden diyebilmek, o an orada tanındığımı hissetmek benim için çok önemli.

Mesela geçen akşam Kahveci Mustafa Amca Jeans’e hem bir çay içmek hem de İstiklal Caddesi’nde uzun bir yürüyüşten önce biraz soluklanmak için uğradım. Yağmurlu bir hava, ortam sakin, herkes muhabbetinde, samimiyetin koklanabilir bir şey olduğunu düşündüren “o an”lardan biri. Çayları getiren genç adam vermeden önce bardağın içindeki çay kaşığını ve yanındaki şekeri aldı, “şekersizdi dimi?” dedi. İşte böyle anlar benim için özel anlar çünkü bilenler bilir Kahveci Mustafa Amca Jeans her gün yüzlerce insanın gittiği, her daim kalabalık bir uğrak yeridir. Eğer buna rağmen hatırlanabiliyorsam ben o mekanın müdavimi olmuşum, bir miktar da olsa oraya aitim artık.

Yahut Sait Başer’in Keyfiyet Sohbeti. Kısa bir dönem sıklıkla gitmiştim ama neredeyse 1 yıldır ara verdim. Geçenlerde bir Cuma akşamı rastlantı eseri o saatlerde Üsküdar’daydım ve Divan Edebiyatı Vakfı’na uğramak geçti içimden. Gittiğimde ders başlamıştı. Kıyıya iliştim ve dinlemeye başladım. Sait Hoca’nın cümlesi biter bitmez bana dönüp hoş geldin demesi, hal hatır sorması, uzun zamandır gitmeyişimin araya bir mesafe koymamış olması, unutulmamış olmak o kadar güzel geldi ki.

Örnekleri çoğaltabiliriz ancak her şeyin çok hızlı aktığı, her gün sürüyle insanla tanıştığımız bu hayatta unutulmamak, bir yerlere ait hissedebilmek nadir rastlanır bir keyif haline geldi ve ben sırf bu hissi sevdiğim için aşina olduğum yerlere gitmeyi tercih edebiliyorum.

Arkadaşlarım neden hep aynı yerlere gittiğimi soruyor, bu yazıyı At Pazarı/Eski Kafa’da yazıyorum ve buharı tüten tarçın çayım daha ben istemeden “Üstad nerelerdeydin?” sorusu eşliğinde masama geldi. Bu sevilmeyecek bir şey mi?


13 Şubat 2013 Çarşamba

sıfır


bana etkinlik verin, gezme verin, oyalanma verin. bu böyle gitmez!

demin saydım 17 dizi var takip ettiğim! en son ne zaman kitap okuduğumu hatırlamıyorum. iyi ki arkadaşlarım var da ara sıra sinemaya tiyatroya fln götürüyorlar beni.

ben ne ara böyle bilgisayar karşısında salya akıtma aşıklısı bir insan oldum. hayır enteresan olan eskiden daha az vakitte daha çok şey yapardım. buraya yazı yazardım, facebookta twitterda arkadaşlarımla sosyalleşirdim, haberlere bakardım, yeni şarkılar filmler keşfederdim. neden böyle oldu?

bunu da cevap istediğimden fln buraya yazmadım. ona göre! zencefilli çay iç, sırtını sıcak tut, mandalina ye, doktora git, antidepresan kullan gibi tavsiyeler verecek olanlara da kafa atarım. çok pis atar yapasım gelmiş belli ki. neyse biraz rahatladım gibi.

sonuç olarak ben neredeyse 1 yıldır kısmen ölüyüm. vücudum sağolsun muntazaman çalışıyor. hala manyakçasına kilo alıyor, üşütüp hasta oluyor, tırnaklarım uzuyor, saçlarım uzuyor, ben kestirdikçe, ondan da bi bıkkınlık geldi. ama vücutta problem yok yani. çalışıyor gayet. sorun kafada.

benim beynim kalmamış meğersem. gayet mümkün aslında. çünkü ben kafamı çalıştırmam gereken bütün olayları üniversite bitene kadar hallederim diye planlamıştım, o noktadan ilerisiyle alakalı en ufak bir plan yoktu. baya bildiğin kara deliğe düştüm üniversite bitince. hala da oradayım ama tünelin ucunda bir ışık var. bindik bir alamete bakalım nereye gidiyoruz.

olur da bu tünelden çıkarsam da çıkacağım yer bambaşka bir evren olacak. herkesin sorumluluklarını almaya başladığı, her şeyin ciddileştiği, metabolizmalarımızın bile daha yavaş çalıştığı bir evren. kabullenmek istemiyorum ama galiba büyüyoruz sayın okuyucu.

offfff tamam daha fazla moralim bozulmadan gidip dizi izliyim iki bölüm daha, çekirdek çitleyip çay içerekten. hayaller ve planlar bir süre daha bekleyebilir. bir yere kaçmıyoruz neticede!